BİRECİKLİ ŞAİR-MUTASAVVIF SÂKIB EFENDİ’NİN HİKÂYESİ

Müslüm C.Akalın
Adı Mehmet Emin Sâkıb, babası Hacı Mustafa Lâmi. Ailenin Birecik, Nizip ve Gaziantep’te yerleşen kolları var.
Daha çok, şiirlerinde mahlas olarak da kullandığı “karanlığı delip geçen, parlak” anlamına gelen Sâkıb adını kullanıyor. Aslen Birecik doğumlu olup Urfa’ya ne zaman geldiği tam olarak bilinmiyor. Bedri Alpay’a göre, medrese tahsilini Birecik’te yaptıktan sonra askerlik görevi[1] için geldiği Urfa’da kalmış, Şer’iye Mahkemesi kâtipliği yaparken Harran Kapısı eteklerindeki Karaburç (Hızanoglu) Mahallesi ahalisinden kalabalık ve etkili Köroğlu ailesinden İbrahim Halil Efendi’nin kızı ve Köroğlu Haydar Ağa’nın bacısı olan Hatice Hanım’la evlenmiştir. Alpay’a göre bu evlilikten sonra, eşi ve eşinin ailesinin isteği üzerine memuriyetten ayrılmış, kabiliyeti ve onların desteğiyle ziraat ve ticaretle uğraşarak talihi dönmüş ve günden güne artan bir servet sahibi olmuştur.Bu evliliğinden olma erkek soyu kesilmiş olan Sâkıb Efendi’nin ölümünden sonra soyu, Birecik’te yerleşmiş olan ilk eşinden olma büyük oğlu Mustafa Lâmi ve onun oğlu Mehmet Necip çizgisinde devam etmiş olup, Birecik, Nizip ve Gaziantep’te yerleşmiş olan çocukları “Deniz” soyadını almışlardır.
Torunlarından Mehmet Necip’in 1902 doğumlu torunu olan Galip Deniz 1983 yılında 17. dönem Gaziantep milletvekili olmuştur. Onun, Cemil Cahit Güzelbey’e anlattığına göre, ailesinin kökü Bermekîler’e kadar uzanıyor olup[2] aile, Bağdat ve Şam üzerinden geldiği bölgeye yerleşmiştir.
O yıllarda Kavalalı M. Ali Paşa yönetimindeki Mısır ile yaşanan siyasî ihtilâfın Nizip Savaşı’na kadar ulaşan alevleri bölgenin önemli şehirleri olan Birecik ve Urfa’yı da sarmıştır. 1839 yılında, 17 yaşında babasının yerine tahta geçmesinin dördüncü ayında Tanzimat Fermanı’nı ilân eden genç Padişah Abdülmecid’le başlayan devlet ve yönetim düzenindeki kurumsal ıslahatlar ona yeni ufuklar açmıştır. Devletin bürokratik ve idarî yapısının yeniden düzenlendiği, yönetimle ilgili çeşitli meclislerin oluşturulduğu bu dönemde Sâkıb Efendi; ailesi, güçlü kalemi ve yetenekli kişiliğinin etki altına aldığı bürokratik ilişkilerle öne çıkmıştır. Zaman içerisinde bulunduğu meclis üyelikleri, aldığı devlet görevleri ve rütbelerin etkisiyle Urfa, Suruç ve Birecik’te aşar mültezimliği[3] gibi çok sayıda “devlet işleriyle” meşgul olmuş ve büyük servet sahibi olduktan başka mülklerinin sayısında da önemli artışlar olmuştur.
Gaziantep’li Cemil Cahit Güzelbey,hayra dönük çalışmalarla da meşgul olan Sâkıb Efendi’nin hizmetlerini anlatırken bölgede -kendisinin de iki tanesini görmüş olduğu- çok sayıda suluk (hayrat) yaptırmış olduğunu ifade etmiştir. Güzelbey ayrıca, Sâkıb’ın mültezimlikten dolayı sahip olduğu önemli servet sebebiyle hakkındaki şikâyetlerin Kaymakamlık ve Valiliğe ulaşması nedeniyle Halep’e çağrıldığını, giderken o zaman (1840) Halep Valisi bulunan Esat Muhlis Paşa’nın “Kays-ı yektâ sanma dünyanın nice mecnûnu var” diye başlayan gazelinitahmis edip ona sunduğunu[4]ve Birecik’te yaygın olan bir söylentiye göre, Sâkıb’ın bu olaydan sonra Birecik’i bırakarak Urfa’ya yerleşmiş olduğunu belirtmiştir.
6 Mart 1874 senesinde 80 yaşında öldüğü belirtilen[5] şairin muhtemel doğum tarihi 1794 civarı olacağına göre yaklaşık olarak 30’lu yaşlarında Urfa’ya gelmiş olduğu düşünülebilir. Urfa’da, aynı adı taşıyan Sâkıb adlı başka bir şair bilinmediğine göre Urfa müzesinde bulunan 1833 tarihli ‘Deliller Hanı’ kitâbesiyle ‘Narıncı Cami’inin 1839 tarihli kitâbesinde yer alan “Sâkıb” ismi ona ait olmalıdır.
1846 yılında, Balıklıgöl civarında bulunan, mülkiyeti Rızvaniye Vakfına ait Halepli Bahçesi adıyla meşhur bahçeyi vakfın mütevellisi Selim Bey’den kiraladıktan sonra üzerine bir köşk yaptırması bu yükselme dönemlerine rastlar. Bundan sonraki yıllar da, Sâkıb Efendi’nin Urfa’nın, dinî, sosyal, siyasal, ekonomik hayatında iyice öne çıkıp servetini artırdığı, çok sayıda mülk edindiği ve bina yaptırdığı yıllardır.
1847’de onu, -bu görevi yapanların aşırı zenginleştikleri vakfiyelerinden anlaşılan- “İskân Kâtibi” görevinde buluyoruz. Şair’in aynı yıl bulunduğu rütbe talebi kabul edilmemekle birlikte daha sonraları “Kaymakam Kethüdâsı Sâkıb Efendi” ve “Hâcegân-ı Divan-ı Hümayundan fütüvvetlü el-Hâc Sâkıb Efendi” unvanlarına kavuşan Sâkıb Efendi hakkında şikâyetler yağmur gibi yağmaya başlıyor: En çok uğraştığı ve uzun yıllar boyu gündemden düşmeyen mesele, “.. Urfa kalesinden söktürdüğü taşlarla han ve çarşı inşa eylediği..” şikâyetleriydi. Rakka Eyâleti Kaymakamı Mirmirân Şeyhzade Osman Nuri Bey’in iradesiyle sarayda yapılan üç adet oda masraflarına verilmek üzere Kale’den alınan bu ve diğer taşlar çok sayıda idârî soruşturma ve ceza konusu olmuştu. Bundan başka,“Urfa devlet arazilerinin mültezimleri Sâkıb Efendi ve Mehmet Ağa’nın 1846/47 seneleri hasılatı bedellerini elde edemediklerini beyan edilerek ödenmemesi..”,“Kethüdâlık hizmetinde bulunan Sâkıb Efendi tarafından zaptedilen Urfalı Şeyh İbrahim Efendi’nin atının geri alınması.., ”Rumkale kazasında Fırat nehri üzerinde Hacı Sakıb Efendi gemisi demekle ma’ruf bir aded gemi işletilmesi.. gibi çok sayıda tahkikatta çoğunun sonucu asılsız çıkan suçlamalara konu olmuştu. Sözgelimi, “.. Birecik a‘şarı mültezimi Sakıb Efendi ile Sandık Emini İsmail Efendi’nin rüşvet alıp ahalinin zararına hareketlerde bulundukları”na ilişkin çok sayıda imza taşıyan şikâyet dilekçesinin incelenmesi sonucunda “Sakıb Efendi kullarının ahali ve fukaraya gereksiz baskı ve eziyetleri ifade ve rivayet olunmuş ise de, Sakıb Efendi bu mübarek ayda Hac-ı Şerife gitmiş olduğundan uhdesinde olan arazilerle yüklenmiş olduğu iltizamlar için vekil etmiş olduğu işlerini gören kaza sandık emini Latif’in oğlu Molla Muhammed’in, Birecik’de Meclis-i Umumide muhakemesinde ahaliye baskı ve eziyetleri vukubulduğu sabit olmuş, ve terbiyesinin gereği yerine getirildikten sonra bundan böyle bu kazada sandık eminliğinde istihdam olunmaktan ve kaza işlerine karışmaktan ve Sakıb Efendi kullarının dahi işlerini görmekten men‘ olunmasına..” karar verilmiştir.
Yukarıda görüldüğü üzere Sâkıb Efendi’nin Hacca gidiş tarihi, Alpay ve Güzelbey’in belirttikleri belirttiği 1854 yılı değil, 1849 yılıdır. Sâkıb Efendi’nin, 1870 tarihli Vakfiyesind e“Fazîlet kıblegâhım ve mürşid-i âgâhım Ziyaeddîn Şeyh Abdurrahmân Hâlis Efendimiz Hazretleri” şeklinde tanımladığı Kadirî Şeyhi’ne intisap tarihi ise tam olarak bilinmemektedir.
Sâkıb Efendi’nin Konağı
Sâkıb Efendi, 1852 yılında -bugün Ucuzluk Pazarı diye anılan çarşının bitişiğindeki- Demircipazarı’nda, selâmlığı ve içerisinde bir harem dairesiyle hamamı da olan büyük bir konak yaptırır. Şair Admî’nin, kitâbesine;“Safa ile otura kendisi hem evlâdı / İçinde görmeyeler hiç gam ve keder asla” diye yazdığı konağın, çok büyük ve teşkilatlı olduğuna dair sahip olduğu mekânları anlatan şer-i mahkeme sicilindeki ayrıntıları aşağıya alma gereği duydum:
“…dört tarafı Saatçızade Bozo ve Kadı Hüseyin menzilleri ve demirci dükkânları, ve umumî yol ile mahdut harem dairesi ve selâmlık dairesini içine alan bir adet evin mezkur harem dairesinden aşağı yönü kuzeye birbirine ulaşan üç zirzemin ve zirzemin üstünde yönü kuzeye bir eyvan ve bu eyvan dâhilinde kapusu doğuya bakan bir büyük kab ve derununda bir mahzen ve yine bu eyvan içinde kapusu batıya bakanbir kab ve yönü batıya bakan büyük kiler odasıyla bitişiğinde büyük mutfak bitişiğinde soğukluk ve havuzu ve hela ve ateş odasını içine alan bir bab hamam ve kömürlük odasıyla bir küçük kab ve yönü kıbleye bir büyük kab ve su kuyusu ve bir ayakyolu ve yukarısında yönü kuzeye köşk ve yakınında büyük yazlık ve hela ve yine yönü kuzeye birbüyük çardak ve önünde üzeri örtülü eyvan ve yönü kıbleye bir çardak ve boş odası ve Hasan Paşa Camii yakınında bahçedeki dolabdan[6] gelen akarsuyun üçte bir hissesi ve selâmlık derununda dahi üstte yönü doğuya birbüyük ahır ve yönü kıbleye büyük ahır derununda yine büyük ahur ve yönü kıbleye büyük kab anbar ve bitişiğinde iki göz develik ve yönü batıya bir büyük kab ve bitişiğinde hela ile bir baboda ve bitişiğinde harem dairesinde bulunan hamam külhanı ve su kuyusu ve yeterince avlusu ve üstte doğusunda kahve ocağı ta’bir olunur oda ile büyük kış odası ve diğer küçük oda ve yönü kıbleye büyük köşk ve yönü batıya bir eyvan ve eyvan derununda kapusu kıbleye büyük oda ve derununda teneffüs odası ve kapusu kuzeye bakan bir oda derununda üstünde teneffüs odası ve yönü doğuya mabeyn odası ve hela ve döşeme yazlığı olan harem ve selamlık daireleri..”.
Yüzölçümü 1000 m2 yi aşan ve eski Urfa’nın en büyük konaklarından biri olan bu konağın harem ve selamlık kapıları, güneyden kuzeye doğru bu en büyük konaklarından birinin harem ve selamlık kapıları, güneye doğru uzanıp kale eteklerine ulaşan zarif bir sokağa açılır. Bu sokak; Harem kapısının içinde bulunduğu kabaltının üstünde sonradan yaptırılmış ve bugün yıkılmış olan “Halil Beğ’in Aynalı Köşkü” ile de meşhurdur. Antep’ten büyük zorluklarla gelin getirilen Battal Bey’in kızı Nuriye Hanım için yaptırılmış olan tavanı aynalarla kaplı bu köşkün yer aldığı Şişli Sokak’ın adı; Sâkıb Efendi’nin dünürü olan, mahallenin eski ve sayılı ailelerinden, Serturnâyî[7] Şişlizade Osman Efendi’nin aile adından gelmiş olmalıdır.
Sâkıb Efendi, Demirci Pazarında yaptırmış olduğu bu büyük konağı, haremiyle, selamlığıyla, ölümünden bir yıl önce 1873 yılı sonbaharında, oğlu Halil Beğ’e satarak mülkiyetini devretmiştir. Çeşitli el değiştirmelerden sonra yıkılmaya yüz tutan bu nadide konak, 1930’lu yıllarda Güllüzade Osman Efendi tarafından satın alınıp çocuklarınca birkaç eve bölünerek kullanıldıktan sonra dönemin benzer mimarî yapılarının âkıbetine uğrayarak yok olmuştur.
1993 yılında o zaman Urfa’nın bağlı bulunduğu “Diyarbakır Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu” tarafından verilen bir kararla, Urfa’da emsâli olmayan bu sivil mimarî yapının üzerinde yer aldığı parsel için kabul edilen projenin uygulanması sonucunda, kamu yönetimi, müteşebbislerin imar iştahına yenilerek sokağın bir pasaj içinde niteliksiz yapı ve dükkânlarla doldurulmasına sebep olmuş, o yapıyla etrafındaki çok sayıda han, hamam ve benzeri eski eserin tahribine giden yolu açmıştır. O tarihlerde harabe yüz tutmuş bulunan (Ek-1) bu görkemli yapının; kamusal imkânlarla da desteklenerek restore edilmesi halinde meydana çıkacak olan yukarıda ayrıntısı yazılı benzersiz mimarî dokuyu şimdi ancak hayâl etmek mümkündür.
Sâkıb Efendi’den oğlu Halil Beğ’e.
- yüzyılın ikinci yarısı; bazı kayıtlarda “Birecik ahalisinden olup Urfa’da oturan” şeklinde de geçen ve çeşitli arşiv kayıtlarındaki unvanlarıyla, “Şair, İskân kâtibi, Kaymakam kethüdası, Urfa Mukataasının Mültezimi, Birecik Aşar Mültezimi, Suruç Aşar Mültezimi, Rumkale Gemi Mültezimi, Vakıf Mütevellisi,İdare Meclisi Üyesi, Kadirî Şeyhi, Hacegân-ı Divan-ı Hümayun’dan, Urfa Hanedânından ve Hacı” unvanlarıyla anılanSâkıb Efendi’nin toplumda ekonomik, idarî ve dinî ağırlığının arttığı yıllardır. Rızvaniye Vakfına ait Halepli Bahçesini kiralayıp üzerine köşk yaptırmayı (Ek-2) müteakip yine Vakfa ait Gümrük Hanı’nın bitişiğindeki 24 adet dükkânı da kiralayıp harabe olduğu gerekçesiyle yıktırarak yeniden yaptırmıştır. Narıncı Camii’nin karşı tarafından Abdulvahid’in Tekkesi’ denilen ve Kubbe Mescidi’ne kadar uzanan, çoğu aynı Vakfa ait arsaların bulunduğu geniş alana da, tekkesiyle (Ek-3), çarşılarıyla, hanıyla (Ek-4), sıbyan mektebiyle, medresesiyle Urfa’nın en büyük külliyesini inşa etmiş, devletten gümrük iltizâmını aldıktan sonra Gümrük İdare’sini Rızvaniye Vakfına ait Gümrük Hanı’ndan yeni yaptırdığı kendi hanına naklettirmiş ve tabii bütün bunlar, Saray ve mahkemeler nezdinde Vakfın uzun yıllar boyunca çok sayıda şikâyet ve davalarına sebep olmuştur.
Hac dönüşü tasavvufa yönelip aldığı Kadirî Şeyhi unvanıyla Şeyh Sâkıb Efendi olarak bu büyük Külliye’de irşada başlar.
Bu arada Sâkıb Efendi’nin eşi Hatice Hanım 1855 yılında vefat etmiş ve geride mirasçı olarak eşi Sâkıb Efendi ilerüştüne varmamış çocukları Halil Bey ve Derviş Osman Efendi ve kızı Fatma Hanım‟ı bırakmıştır. Hatice Hanım’ın kardeşi olan Urfa Meclis üyesi Köroğlu Haydar Ağa 1855 yılında “Zaptiyebaşı”, ardından da 1857 yılında daha önemli bir görev olan “Dergâh-ı Âli Kapucubaşısı”olduktan üç ay kadar sonra ise Saraydan “Urfa Sancağının çöl tarafında bulunan Türkmen Culabı denilen Belih Nehri civarında bulunan arazi hiçbir vakfa ait olmayıp çok münbit olduğundan.. Hazinei Hassa’ya kaydının yapılması ve idaresinin Meclis üyelerinden Sâkıb Efendi’ye verilmesi..” emri gelir.
1860 yılında, kendisine rütbe verilmesi talebi daha önce reddedilmiş olan Sâkıb Efendi’nin; “yaşlı ve ihtiyar olması nedeniyle” yerine oğlu İbrahim Halil’in tayiniyle “İstabl-i âmire”[8] rütbesinin verilmesi ise bundan bir ay sonrasıdır.
Sâkıb Efendi hakkında Sultan Abdülmecit döneminde (1839-1861) vuku bulan şikâyetler hız kesmemişti. Sultan Abdülaziz (1861-1876) başa geçtikten 1 ay sonra gelen şikâyetle ilgili olarak “Urfa’da ikamet eden Birecik kazası ahalisinden Hacı Sâkıb Efendi’nin ahaliye zulmettiği yolundaki iddiaların tahkiki” istenip şikâyetler Sarayca “vahim bulunurken” Sâkıb Efendi, Rızvaniye Vakfına ait dükkânlarla yine vakfa ait çok sayıda arsayı kullanarak Urfa’nın en büyük külliyesi diyebileceğimiz Sâkıbiye Tekkesi’ni inşa ettiriyordu: “Batı tarafında Hangâh[9] ve içerisinde bir câmi, büyük bir eyvan ve minâre ile câminin kuzey tarafında, üst katta yaz mevsimlerinde namaz kılmak için hazırlanmış bir namazgâh, alt katta on sekiz oda, bir havuz ve abdesthâne, altı adet helâ, bir mutfak, iki büyük ahır ile üst katta meşîhathâne, misâfirhâne, tevliyethâne, on üç adet oda ve câmi bitişiğinde, üst katta bir de muvakkithâne bulunduğu, Hângâh’ın dış tarafında kuzeyine bitişik olarak, üstte dershânesi ve kütüphânesiyle dokuzodası olan bir medresesi ve bir de sıbyan mektebi..”yapılarıyla inşa ettiriyordu.
Sâkıb Efendi yaptırdığı ve Sakıbiye Tekkesi olarak da bilinen Kadirî Dergâhına ilişkin Vakfiyede; üzerine çok sayıda bina yaptığı başkasına ait arsaları da zikrederek “..inşa edilen Hangâh’ın yerindeki at pazarı, bitişiğindeki kahvehâne ve iki aded dükkân ile İplik Pazarı’nın yıllık kiralarının, Hangâh’ın gallesinden zeminin maliklerine ödenmesini”de istemiştir.
Sâkıb Efendi’nin 1862/63 yıllarında Mutasarrıf Tayyip Paşa ile başı belâdadır. Paşa’nın garaz niyeti hakkında Meclis-i Vâla’ya[10] başvurur.Meclis üyesi ve “50 seneden beri Devlet-i Âliye emektarından olduğunu” belirterek, emir ve hizmetinde hiçbir şekilde kusuru bulunmadığı halde, Paşa’nın devamlı fenalığına ve hanedanının harabına çalışıp hakkında davacı aramasının sebebini anlayamadığını söyler. Hakaretlerle meclis ve yüce adalete yakışmayan şekilde onuru kırılmış olmakla “hakkında ne isnat edilmişse güzelce incelenip soruşturularak gereğinin ve elbet muhakemede suçu bulunursa iki kat cezaya razı olacağını” bildirir. Kendisi meclis âzası sıfatiyle bulundukça yargılamanın layıkıyla yapılamayacağından yargılama sonucuna göre gereği yapılmak meclisten çıkarılan Sâkıb Efendi’nin şikâyetine yol açan iddialar şunlardı: 1.Birecik ve Rumkalesi’nde 14 kıta kayıkları senetle almış iken fuzuli müdahale ile işlettirmekte olduğu iddiası, 2.Urfa Sandık Emini Mustafa Efendi’nin mirî zimmetinin kefili varken kendisinden tahsiline kalkışılması, 3.1857 senesi Urfa Sancağı a’şarı bakayasının dahi kendisinden tahsil olunması hususunda baskı yapılması, 4. Olmayan mirî zimmetini örfi mal ve eşyalarını satarak tasfiyesinden başka akrabasını haksız yere hapseylemekte olması..
Yoğunlaşan şikâyetlerle ilgili olarak Valiliğe başvurarak hakkındaki zimmet iddialarıyla ilgili tahkikat yapılmasını isteyen Sâkıb Efendi bu defa 1865 yılında Suruç kazası ahalisinin, kendisi ve oğlu Halil Beğ’den şikâyetlerine maruz kalır.
26 Şubat 1870’de, bir bölüm malvarlığına ilişkin olarak hazırladığı vakfiyeye, “İşbu vakıf, başka vakıflar gibi fazlası evlâda şart edilmiş olmayıp tamamı bütünüyle âlimler, fakirler ve dervişler ve yetimlerin yemek ve zaruri masraflarına şart edilmiştir..” hükmünü koyarak vakfedilen mülklerin bütün gelirlerinin “evlâda şart edilmeden yalnızca hayır işlerine tahsis edilmesini” istedi ve vakfı yönetecek olan iki oğlunun ve evlâdının vakıftan gelir ve menfaat sağlamalarını yasakladı. Vakfiyesinde “tarikat-i Kadiriye icra olunmak üzere” şartını koyan Sakıp Efendi’nin,“Fazîlet kıblegâhım ve mürşid-i âgâhım Ziyaeddîn Şeyh Abdurrahmân Hâlis Efendimiz Hazretleri” şeklinde tanımladığı Kadirî Şeyhi’ne intisap tarihi tam bilinmemekle birlikte bir kısım eserde bu bağlanmanın Hac sonrası olduğu ifade edilmiştir.
Sâkıb Efendi 6 Mart 1874 tarihinde Birecik’te, babasının adını taşıyan büyük oğlu Mustafa Lâmi’nin evinde vefat eder. Şair Âlim’in, tarih düşürerek yazdığı Sakıbiye Tekkesindeki mezar taşının 1874 tarihli başucu kitâbesinde; “Ah bu çarh-ı fenâ bir kimseye olmadı yâr/Kim ki meyletti ana âhiri oldu târu mâr” yazılıdır.
Vefatıyla geride eşleri Abdullah kızı Gülfidan ve Osman kızı Hacı Zeyneb ile oğulları Halil Beğ ve Dervîş Osman Efendi ve kızları Hacı Fatma, Münevvere ve Hacı Emine’yi bırakır.
Bu yazıda anlatılanlar, kendisinin ve Urfa’da yaşayıp ölen oğullarının serencamıdır. Birecik’teki sulbü ise büyük oğlu Mustafa Lâmi ve onun oğlu Mehmed Necip’le devam eder. Mehmet Necip’in oğulları 1867 doğumlu Mustafa Lâmi ve 1882 doğumlu Abdulkadir’dir. “Dokunan gûşumuza bir gül-ü ruha sesdi/Galiba başımıza bâd-ı muhabbet esdi” beytiyle başlayan bir gazeli de bulunan Mustafa Lâmi Efendi, yaşadığı Birecik’te, birtakım kâtiplikler, müdürlükler ve çiftçilikle meşgul olmuş[11], 1905-1909 yıllarında Birecik Belediye Başkanlığı yapmıştır[12]. Abdulkadir Efendi’nin oğullarından Galip Deniz, İl Genel Meclisi ve Belediye Meclis üyelikleri ve Millî Mücadele’de Birecik Müdafaayı Hukuk Cemiyeti üyeliği yapmış olup İstiklâl Madalyası sahibidir ve 1983 yılında 17. dönem Gaziantep milletvekilliği yapmıştır[13]. Abdulkadir Efendi’nin diğer oğlu Necip Deniz de 1947-1950 yılları arasında Birecik Belediye Başkanlığı yapmıştır.
Sâkıb Efendi’nin Vakfedilen malların dışında kalan mülkleri mirasçılarına kalmış olup ölümünden sonra mülklerinin ve Vakfın idaresi çocuklarınca yürütülmüştür. Sâkıb Efendi’nin Vakfedilen malların dışında kalan mülkleri mirasçılarına kalmış olup ölümünden sonra mülklerinin ve Vakfın idaresi çocuklarınca yürütülmüştür. Anneden dedesi olan Köroğlu İbrahim Halil Bey’in adını taşıyan büyük oğlu İbrahim Halil Beğ; babası ve dayılarının bürokratik ve ailesinin ekonomik, dinsel ve sosyal gücü ile cesur, gözü pek ve külhâni tavırları nedeniyle “çekinilen” bir şahıs olarak şehir halkının hafızasında yer etmiştir. Halil Beğ’in; ilk eşi Ayşe Hanım’dan sonra evlenmek istediği Antep’in eşrafından ve önemli şahsiyetlerinden Battal Bey’in kızı Nuriye Hanım’ın ailesinden olumsuz cevap aldığında, çok sayıda silahlı atlıyla gittiği Antep’ten araya girenlerle evliliğe rıza aldığı Urfa ve Antep halkı arasında uzun zamanlar boyunca anlatılmış olup, Sâkıb Efendi, oğlu Halil Beğ ve torunları; Urfa gibi, Birecik ve Gaziantep’te de şairlerin şiirlerine konu olmuştur, Halil Bey’in; damadı olduğu Antep’e sıkça gidip geldiği sıralarda Antep’li şair Hasip Dürri’nin “Urfa hanedanından Sakıb Efendizade Saadetlü Halil Bey’in Ayntab’ı teşriflerinde yazılan kaside”si bunlardan yalnızca biriydi.
Nuriye hanım, 1875 yılında genç yaşında vefat ettiğinde geride kızları Münevvere ile küçük yaşta ölen Emine’yi bırakmıştı. Nuriye Hanım’ın yerine Battal Bey’in diğer kızı Emine Hanım ile evlenen Halil Beğ’in1880 yılında vefatı üzerine üç yıl kadar süren bu çocuksuz evliliği de sona ermiştir. Halil Beğ’in vefatıyla geride, eşlerinden Şişlizade Osman Ağa’nın kızı Ayşe Hanım ile ondan olma çocukları Ahmet Bey, Hatice, İmmihan, Behiye Hanımlar ile ölen eşi Nuriye’den olma kızı Münevvere Hanım ve Antepli Battal Bey’in kızı olan son eşi Emine Hanım kalmıştı.
Halil Beğ’in kızlarından Hatice Hanım’ın eşi Yusufpaşa Mahallesi sâkinlerinden Hâcı Seyyid Efendi’nin oğlu Mehmed Emin Efendi ve İmmihan Hanım’ın eşi Hüseyinpaşa mahallesi sâkinlerinden Hâcı Mehmed Efendi’nin oğlu İsmail Efendi, Behiye Hanım’ın eşi, Hasanpaşa mahallesi sâkinlerinden Müftüzâde Şeyh Müslüm Efendi ve Münevver Hanım’ın eşi ise Antepli Fazlızâde Mehmed Bey’in oğlu Nuri Bey idi.
Sâkıb Efendi’nin küçük oğlu Derviş Osman ise 1879 yılında vefat ettiğinde geride eşi Gülçin ile kızı Zeliha’yı bırakmıştı. Gülçin Hanım, Mahkeme Mahallesinde oturan Karaçizmeli ailesinden Nakibüleşraf el-Hac Fazlullah Efendizâde Hüseyin Efendi’nin kızıydı. Derviş Osman’ın kızı Zeliha Hanım ise amcası Halil Beğ’in oğlu Ahmet Bey ile evlenmişti.
Halil Beğ tarafından yaptırılan ve “..Urfa’nın Demirci Bazarı’ında kâin, garben bazen Halil Bey selâmlığı ve bazen Hoca Hacı Halil Efendi evi ve şimâlen Demirci Bazarı ve şarken Keçeci ve Kazgancı Bazarı ve kıbleten umumi yol ile mahdut ve Halil Bey Hanı denmekle maruf Han”, ölümünden sonra oğlu Ahmet Bey tarafından[14], eklentileriyle birlikte Osmanlı tebaasından İran Şehbender vekili Musevî Harun Dayan’a satılmış olması nedeniyle, Han uzun yıllar boyunca halk arasında “Yahudi Hanı” adıyla; yakın tarihten beri de daha sonraki sahiplerinin adıyla, “Barutçu Hanı” olarak anılmıştır.
Halil Beğ’in ölümünden sonra, “zaptettiği” ya da “kiralarını ödemediği” mülklerin sahiplerinin açtıkları pek çok dava ile aileye ait tereke ihtilâf ve paylaşımları Ahmet Bey’e miras kalmıştı. Meselâ, Rızvan Ahmet Paşa’nın torunlarından Rızvaniye Vakfı’nın mütevellisi Hamavîzade Mustafa Bey, Sâkıb Efendi mirasçılarının, vakfa ait olan mülklerin, dükkânların, bahçelerin vs. kirasını vermediği gibi yıkıp yeni binalar yapması nedeniyle mülkten el çektirilerek kira bedellerinin ödenmesini dava etmiş ve Mahkeme, Rızvaniye Vakfı lehine karar vermişti. Yine bugünkü Yakup Kalfa İlkokulu’nun yerinde bulunan, Ermeni Cemaatinin Hızırilyas manastırı fukarasına ait Halepli Bahçesi civarında İncirlik demekle bilinen yer (Ek-6), Hacı Sâkıb Efendi ve daha sonra oğlu Halil Beğ hayattayken “fuzûlen gasp ve zabt edilip” daha sonra da varislerden Halil Beğ’in oğlu Ahmed Beğ’in elinde bulunmakla müdahalesinin önlenerek Vakfa teslimi için Ermeni Vakfının Mütevellisince dava açılmıştı.
Amcası Derviş Osman’ın kızı Zeliha ile evlenmiş olan Ahmet Bey’in Zeliha’dan olma tek erkek evlâdı küçük Halil Beğ; kızları ise Ayşe ve Nuriye Hanımlar idi. Ahmet Bey, -muhtemelen öldürücü hastalığının tedavisi için gittiği Antep’teki akrabalarının yanında- 1898 yılında vefat ettiğinde, oğlu küçük Halil Bey reşit olmadığı için annesi Zeliha mahkemece ona vasi olarak tayin etmiştir.
Ahmet Bey’in ölümünden sonra, eşi Zeliha Hanım “.. kocası Ahmed Bey ile kızkardeşleri Hadice ve Ümmühan ve Behiye ve Münevver Hanımlara müteveffa Halil Bey’den intikal edip aralarında taksim edilen Urfa Merkez, Suruç, Harran, Rumkale’deki toplam 17 köydeki mülklerle ilgili olarak her biri kendi hissesine düşen araziyi alıp diğer arazilerde kalan hisselerini diğerlerine ferağa karar vermiş olmakla vasisi olduğu küçük Halil ve kız karındaşları Ayşe ve Nuriye hanımlara düşen hisseler dışındaki hisselerin ferağı için” 1901 yılında vekâletname vermiştir.
Antepli yerel tarih araştırmacısı merhum Cemil Cahit Güzelbey, şimdi kaybolmuş olan ve Ahmet Bey’in Antep’teki Nuri Mehmet Paşa Camii haziresi içinde yer alan M.1898 tarihli mezar kitabesini vaktiyle kopyalamış ve Birecik Şairleri kitabına almıştır:
……
Müptela olmuştu mühlik illete
Bir devasın bulmadı gitti bu zat
Urfa eşrafından ibn-i mir Halil
Şöhreti Sâkıb Efendizâdedir
Fevtinin tarihi geldi bâ esef
Mir Ahmet genç idi etti vefat
Küçük Halil Bey’in Hikâyesi
Sâkıb Efendi’nin Büyük oğlu Mustafa Lâmi Birecik’te yerleşik kalmış, o öldüğünde oğlu Mehmet Necip de yine Birecik’te yaşamıştır. Urfa’daki iki oğlundan geriye kalan tek erkek torunu Ahmet Bey’in oğlu ise Halil Beğ idi. Küçük yaştayken babası tarafından adına aktarılan mülklerden başka mirasın geri kalanından da pay alacağı şüphesiz olan küçük Halil Bey’in, rüştünü kazandığında hem annesinin hem de babasının dedesi olan Sâkıb Efendi tarafından kurulan ve hatırı sayılır mülke sahip Sâkıbiye Vakfının da vakfiye gereği mütevellisi olacağı şüphesizdi. Zengin, nüfuzlu ve kendisinden çekinilen bir dedenin, onu yönetecek bir aile büyüğü bulunmayan varlıklı torunu küçük Halil, ergenlikle delikanlılık arasındaki bir çağda, hovarda bir dünyanın, çalgı, çengi, işret âlemiyle tanışmıştı. Bu durumun ne kadar sürdüğünü ve silâh patladığı akşam neler olduğunu kimse bilmiyordu ama “kara haberi”nin geldiği 1913 yılının o sonbahar gecesi annesi Zeliha’nın çığlıkları köşkün taş duvarlarında yankılandığında genç yaşında öldürülen Halil’in hikâyesinin yıllar boyu dillerden düşmeyeceğini herkes biliyordu.
Bu nedenledir ki, şehir merkezinde bu kabilden olayların pek nadir olması itibarıyla, akrabalık bağlarından dolayı Gaziantep ve Birecik’te de geniş yankılar yapmış olan bu olay çok uzun zamanlar Urfalıların hâfızalarını işgal etmiş, dilden dile eklenen çok sayıda söylentiyle, mâni ve şiirlerle günümüze kadar ulaşmıştır. Şöyle ki:
- Naci İpek, Urfa Belediyesi’nin ‘Şanlıurfa’nın Kurtuluşunun 66. Yıl’ı dolayısıyla yayınlamış olduğu kitapçıkta bu konuyu teferruatlı bir şekilde anlatıp kulaktan kulağa ulaşmış olan söylentileri nakletmektedir: “Ahmet Bey vefat edince karısı Zeliha, küçük oğlu Halil ile kaldı. Ahmet Bey’in çok sevdiği ve koruduğu arkadaşı Damburacı Hüseyin, ana-oğula yakınlık gösterdi. Zeliha Hanım da oğlunu yetiştirmek, tahsilini yaptırmak, mukayyet olmak için ona teslim etti. Mazbut karakterli görünen Damburacı sonraları bozuldu, kendisini içkiye verdiği gibi Halil’i de içkiye alıştırdı. Zeliha Hanım durumu öğrendiğinde iş işten geçmişti. İşret ve içki âleminden kendisini çekemiyordu, ahlâkı bozulmuş, serkeş olmuştu. Bir kış gecesi her ikisi de meyhaneden çıktıktan sonra yolda bir münakaşaya başlarlar. Halil Bey gençliğin vermiş olduğu pervasızlıkla hamisine küfürler eder, sözünü dinlemez. Hüseyin de “Vay, bana karşı gelirsin, söversin ha” diyerek sarhoş kafa ile kuşağının arasından çektiği bıçağını Halil’in gencecik bedenine saplamağa başlar, öldürür.
Halil’in öldürülmesi ve Damburacı’nın tutuklanması Urfa’da büyük bir hadise olur. Halil’in gençliğine herkes yanar, herkes acır.
Davasından vazgeçmeyen yüreği yanık Zeliha Hanım’dan af ümidini kesen Damburacı ise idam saatini beklerken saz çalıp yanık havalarla maniler, türküler söyler: “Bu kala ne kalası / Bağrım kendir yarası / Gel beni azad eyle / Halil Bey’in anası”.
Halil Bey’in katili Damburacı Hüseyin, Saray Meydanı’ndaki Cezaevinin önündeki alanda asılarak idam edilir. Hayattaki tek dayanağı olan oğlunun öldürülmesinden sonra Zeliha Hanım Halepli Bahçesi’ndeki köşkte kalamaz. Köşkü Hacıkâmilzâde Büyük Hacı Mustafa’ya kiraya verip şehirde emektârlarıyla birlikte küçük bir eve taşınır, Cumhuriyetin ilk yıllarında vefat eder”.
- Urfa’nın sorunlarıyla ilgili yerel gazetelerde sık sık yazılar da yazan rahmetli Dr. İhsan Barlas, Urfa’da eğitim hayatına öğretmen ve müdür olarak uzun yıllar hizmet ettikten sonra İstanbul’a yerleşmiş bulunan 1896 doğumlu Cevdet Emiroğlu’na bir mektup yazarak, içinde Halepli Bahçesi’nin ve Halil Bey’in de bulunduğu çeşitli hususlarda sorular sorar. Emiroğlu, cevabî mektubunda Haleplibahçe ile ilgili olarak Barlas’a şunları yazar:
“.. Halepli Bahçesi meselesine gelince, adından da anlaşılacağına göre ilk önce Haleplilerin ellerindeymiş. Daha sonra aslen Birecikli olup Urfa şehir merkezinde oturan büyük tüccar Sâkıb Bey’e geçmiş.. Köşk de yaptırarak bahçeyi daha da güzelleştirmiş olan Sâkıb Bey aynı zamanda oldukça kuvvetli bir şairdir de. Bu köşk ve bu yazı son zamana kadar dururdu. Şimdi bilmiyorum ne oldu. Tavan doğramalarının çevresine bu köşk için yazdığı şiiri kazımıştı..
Sâkıb Bey’den sonra köşk ve bahçe oğlu Halil Beğ’e kalmıştır. Urfa’nın fedaîsi olan Halil Beğ ömrünü orada geçirmiştir. Kendinden Ahmet Bey adında bir oğlu ve birkaç kızı kalmıştır. Ahmet Bey, babasının yerini alabilecek bir tip değilmiş. Onun da Halil adında bir oğlu kalmıştır. Hakkında (denilenler) şımarık, yaramaz, içkiye düşkün bir çocuk; annesi, Hacı, fâzıla ve kadirbilir imiş. Yine Urfalıların yalanıyla, rindan Damburacı Hüseyin diye birisini Halil’i korusun diye tutmuş. Halil, beraber rakı içtikten sonra Hüseyin’e hakaret etmeye başlamış, Hüseyin de Halil’i vurarak öldürmüştür. Hüseyin idama mahkûm olmuş, sesi çok güzel ve kendisi söyleyebilirmiş. Halil Bey’in annesinden çok rica etmiş af edilsin diye, af etmemiş ve idam edilmiştir. Halil’e türküler ve annesinin ağzından maniler düzülmüştür: “Altını erittirdim, Sözümü yürüttürdüm, Damburacı Hüseyn’i / Kendirde çürüttürdüm”
Affetmediğine göre suallerin bunlardan ibarettir. Ve bildiğim kadar cevaplandırdım..”[15]
- Cemil Cahit Güzelbey’in Birecik Şairleri kitabında ise şu bilgiler yazılıdır: “Küçük Halil Beğ’i Urfa’da Damburacı Hüseyin adında birisi ‘uğradığı hakaret ve sarhoşluk’ sonucu öldürmüş, katil yakalanarak yargılanmış ve ölüm cezasına çarptırılmıştır. Ağıttaki sözcükleri bu olaya işarettir”.
Küçük Halil Bey’in ölümünün; büyük dedesi Sâkıb’ın Birecikli olması ve dedesi Halil Beğ’in ise Antep’li Battal Bey’in damadı olması nedeniyle Birecik ve Antep’te de geniş yankıları olduğuna değinilmişti: Küçük HaliI Bey’in ölümü üzerineBirecik şairlerinden Vehmî mahlaslı ve “Şıhey Hoca”adıyla bilinen Hacı Yusufzade Müslim, aşağıdaki mersiyeyi yazmıştır:
……
Ben ki otelden enip-tuttum tarik-i hânüman
Karameydan’da yolum bend eyledi bir biaman
Teşne imiş kanıma kasteyledi ol dem heman
Mavzer kurşunu ile deldi ciğergâhım heman
Ben gibi bir hanedânın matemin müzdâd edin
Kâtil-i bidâmı din uğruna cellâd edin
…..
Battı aslı neslimiz hiç kalmadı eyvah nişan
Esdi bad-ı sarsari gülzârımız buldu hazân
Ey Rehavîler nedir bu zulm-i bîd-i giryân
Ağlamaz mı bu melâl-i halime çeşm-i cihân
Ben gibi bir hanedânın mateminmüzdâd edin
Kâtil–i bidâmı din uğruna cellâd edin
…..
Görüldüğü gibi Birecik’li Vehmî’nin ölenin ağzından yazdığı gazelde, Halil Bey’in otelden çıkıp evine giderken Karameydanı’nda yolu kesilerek kurşunla öldürüldüğü anlatılmış, olay farklı şekilde nakledilmiştir.
- Lobut Beyzade Ahmet Vefik Bey’in, Hacı Sâkıb Efendi’nin torunu olan Ahmet Bey oğlu Küçük Halil Bey’in öldürülmesi hakkında onun ağzından söylediği ve aynı zamanda kendi eliyle merhumun kabrinin ayaktaşına yazmış olduğu mersiyede, ölümü için düşürülen tarih 1913 ‘tür:
Ben de Sâkıb-zâde Mir Ahmed’e mahdûm idim
Vâlidem söylerdi sensin tâze verd-i gülşenim
Genç yaşımda bir mürüvvetsiz beni katleyledi
Âh kim gâm almadan şu kabre defnoldu tenim
Münkati’ oldu usûliyle fürû’um kalmadı
Kaldı ancak vâlidemle kanlı bir pirâhenim
………
- Bu konuda yukardakilerden başka, bu konuyla ilgili olduğu söylenen ve söyleyenin bakış açısından yazılmış çeşitli düzme/mâniler de halk ağzında dolaşmıştır:
- “Meyhaneden çıktım başım selamet/Kunduracı pazarında koptu kıyamet”,
- “Bu elma dört olaydı /Yiyene dert olaydı/Boynumu vuran cellat / Keşke bir mert olaydı”,
- “İki zuvak arası /Bağrım kömür karası/Gel beni azâd eyle/Halil Beğ’in anası”
- “Damburam rebab oldu / Ciğerim kebab oldu/ Feleğin sillesine/ Bir kahpe sebeb oldu..”, bunlardan bir kaçıdır.
- Dönemin yasalarına göre ülkede; kâtili maktulkarşılığındaöldürmeyiöngören “Kısas” hükümleri yürürlükteydi. Ölenin yakınlarının, kâtili bir bedel ya da başka bir gerekçeyle affetmesi halinde kısas ortadan kalkıyor, aksi takdirde kâtil kısasa tâbi tutuluyordu Olayımızda da Halil’in annesi Zeliha kâtili affetmemiş olduğundan Damburacı Hüseyin “kısasa tâbi tutularak” idam edilmiştir[16].
7.Sâkıb Efendi, oğlu Halil Beğ ve torunu küçük Halil Beğ, defnedilmiş oldukları Sâkıbiye Tekkesi’nden1930’lu yıllarda Halilürrahman mezarlığına nakledilmişlerdir. Halil Bey’in kızlarından Behiye Hanım da Halilürrahman mezarlığında annesi Hatice Hanım’ın üzerine gömülü bulunmaktadır.
Halepli Bahçesi’nin Hikayesi
Sâkıb Efendi ve ailesinden bahis açıldığında “Halepli Bahçesi” nin anılması kaçınılmazdır. Ailenin, kiracısı olduğu ve 70 yıl tasarrufunda bulundurduğu bu bahçe için yaptığımız araştırmada rastladığımız en eski kayıt Urfa Şer’i Sicilindeki 1882 tarihli bir mahkeme kararıdır. Bu kayıtta “Halepli Bahçesi denmekle meşhur vakıf bahçe” ifadesi yer almakta olup bu bilgi, bahçenin uzun zamandır bu isimle tanındığına ve aynı zamanda da ‘Halepli Bahçesi’nin adının kaynağına işaret etmektedir. Yukarıda anılan Cevdet Emiroğlu’nun mektubunda yer alan, “Halepli Bahçesi meselesine gelince, adından da anlaşılacağına göre ilk önce Haleplilerin ellerindeymiş..” ifadesi de aynı bilginin teyidi mahiyetindedir.
Anılan mahkeme kararına göre, Rızvaniye Vakfı mütevellisi MustafaBeğ, mütevellisi bulunduğu, büyük ecdâdı Rızvan Ahmet Paşa’nınvakıf mülklerinden “şehir dışında bulunan, tarafları Ebuzade Ahmed ve Arifoğlu Arif bağları ve yol ile mahdut Halepli Bahçesiden mekle meşhur bir kıta vakıf bahçenin senelik 400 kuruş icar bedeli 15 seneden beri ödenmemiş olduğundan” icar bedelinin ödenmesiyle bahçeden el çektirilmeleri için kiracı Sâkıb Efendi varislerine karşı dava açmıştır. Açılan davada mahkeme 15 yıllık kira bedelinin ödenmesiyle bahçenin Vakıf adına mütevelli Mustafa Beğ’e teslimine karar vermiştir.
Görüldüğü üzere, bahçenin mülkiyeti Rızvaniye Vakfına ait olup Sâkıb Efendi Vakıftan kiraladığı bahçenin bir bölümüne 1846/1847 yıllarında bir köşk inşa etmiş ve bahçe, ölümünden sonra ailesinin birkaç kuşağı tarafından tasarruf edilmiştir.
Zaten Rızvan Ahmet Paşa’nın 1740 tarihli “Rızvaniye Vakfiyesi”nde söz konusu bahçenin kaydı da bulunmakta ve: “Şehir dışında Hızırilyas nam Kilise yakınında ehli karyeye yardım içün avarız bedeli vermek üzre sipahilerden tapuyla alıp bahçe diktiğim ve inşa ettiğim, güneyi dağ yolu ve doğusu yine yol ve kuzeyi Hacı Abdulhak bağı ve batısı hark ile mahdut, Karakoyun nehrinden su alma hakkıyla ve içinde üç adet daliyyesiyle[17] bir birine muttasıl üç adet bahçe..[18]”cümleleriyle bahsedilmektedir.
Ancak bu karar; İplik Pazar’ında Rızvaniye Vakfından kiraladığı 24 adet dükkân için Sâkıb Efendi mirasçıları aleyhinde açılan 1881 tarihli davada Rızvaniye Vakfı mütevellisinin itiraf ettiği gibi “Hacı Sâkıb Efendi nüfuz sahibi olduğundan hükmün icrasına muvaffak olunamadığı” nedeniyle, ya da vakfın rızasıyla kirasının ödenmeye devam edilmiş olması nedeniyle uygulanamamış, Haleplibahçe, Sâkıb Efendi mirasçılarının tasarrufunda kalmaya devam etmiştir
Küçük Halil Beğ’in katilinin cezalandırılmasından sonra annesi Zeliha Hanım inzivaya çekilmiş 1. Dünya Savaşı yıllarında Halepli Bahçesi’ni tüccar ve daha sonra Urfa’nın Millî Mücadele yıllarının sembol ismi ve Belediye Reisi olan Hacıkâmilzade Hacı Mustafa Efendi’ye kiraya vermiştir. Hacı Mustafa’nın oğlu Cemil Hacıkâmiloğlu, çocukluk dönemine denk gelen anılarında bu kiralamadan ve dostlarla, akrabalarla geçirdikleri zevk ü safa günlerinden özlemle söz etmektedir:
“..Halepli Bahçesi’nin, iki katlı güzel bir binası vardı. Binanın girişinde 200 m2 avlusu, batı tarafında süslü kurnaları bulunan tam teşkilâtlı güzel büyük bir hamamı vardı. Avlunun batı kısmında hizmetçilere ait ayrı birkaç oda, ayrı bir mutfak ve salonu vardı. Büyük salonda 20 basamaklı merdivenle yukarı çıkıldığında kuzeye karşı büyük bir salon, batı tarafında birkaç oda, doğu tarafında meşhur Halil Bey’in köşkü vardı ve gerek köşkten gerekse salondan etraf bahçeleri, ağaçları, dağları seyretmek çok neşeli ve zevkli, Urfa’da emsali bulunmayan bir sayfiye idi..”
Daha sonra, babasının kiracılığı dönemindeHalil Beğ’in Köşkünde kalan yakın akrabaları Küçük Hacı Mustafa tarafından evin satın alındığını belirten Hacıkâmiloğlu, babasının arkadaşlarıyla yaşadığı zevk u safa günlerini-vefat ettiği 1933 yılına kadar- Merkefe’de[19] devam ettirdiğini, Kemanî Bedo, Kanunî Abram, Tanburî Abê, Udî Abdunur gibi saz ustaları ve Kirişçi Halil, Abdurrahman Mahi, Damburacı Derviş, Nuri Hafız, Mıkım Tahir gibi usta şarkıcılarla, gazel ve hoyratlarla dolu günler ve geceler geçirdiğini anlatmaktadır.
Halepli Bahçe’nin vakfiyeler ve şer’i sicil kayıtları dışında herhangi bikaydı bulunmamaktadır. Cumhuriyet sonrasına ait ilk tapu kaydında ise Vakfiye’de belirtilen hudutlar ve “Direkli suyundan sulanan bahçe, ağaçlar, hane ve zemin” kayıtlarının aynen yer almasına rağmen edinme sebebi sütununda garip bir şekilde “Tamamkayıtsız[20] Hacı Sâkıb Efendizade Halil Beğ’in uhdesinde iken vefatıyla mirasçılarına intikalen satışlarından..” kaydı yer almaktadır. Kayıtlardaki diğer küçük hisseler zamanla “Küçük Hacı Mustafa” olarak da tanınan Hacı Mustafa Reşit Kâmil’e satılmış, onun vefatından sonra 1972 yılında kadastro tarafından eş ve çocukları adına “kârgir bina ve sulu bahçe” niteliğiyle tespit edilmiştir. Halepli Bahçesi, 1983 senesinde kamulaştırma yoluyla Urfa Belediyesi’nin mülkiyetine geçmiştir.
Mukim Tahir..
Halepli Bahçesi’nin “sur dışındaki bir bahçe” niteliğini aşan şöhreti 19. yüzyılda Sâkıb Efendi’nin yaptırdığı köşkle artmış, 20. Yüzyılın ilk yarısında köşkü yaptıran ailenin acılarını öğüten hayat, sonraki yıllarda yeni sakinlerinin zevk ve eğlenceleriyle akmaya başlamıştır. Bu akışı halkın hafızasına nakşeden şeyin Mukim Tahir’in “Kapuyu çalan kimdir” türküsüyle birlikte “Haleplibahçesi ve Nesime” imajları olduğu söylenebilir.
Mukim Tahir, üçyüz yılı aşkın bir süredir Urfa’da yaşayan ve Topal Hatipzade ye da Büyükhâtipzade denilen bir ailenin ferdidir. Ailenin, Tahir’in dedesi Mehmet Mukim ile devam eden kolu Urfa’da “Mıkkım” lâkabıyla anılır. Arapça kıyâm sözcüğünden gelen mukim’in; kıyâm edilen, durulan, durulacak yer ve durak anlamlarıyla müzikteki makam sözcüğüyle de akrabalığı vardır. Nitekim Mukim Tahir’in ağabeyi Mehmet Mukim’in çocukları, Soyadı Kanunuyla birlikte “Duran” soyadını almışlardır. Körocak olan Mukim Tahir’in ise nüfus kaydında soyadı bulunmamasına rağmen Ankara Devlet Konservatuarı’nın 1938 tarihinde Urfa’da yaptığı derleme kayıtlarında soyadı “Oturan” olarak anons edilmiştir[21].
Büyükhâtip namıyla meşhur, “âlimlerin ve müderrislerim önde geleni” Mehmet oğlu Hacı Halil’in oğlu Mustafa Efendi’nin kurduğu 1721 tarihli vakfın evlâdı, Urfa’nın saygı gören, kendi halinde insanlarıydı. Zaman zaman vakfın yönetimi için aralarında çıkan ihtilâflar, dönemin usulüne göre kendi aralarında ya da şer’i mahkeme kararlarıyla çözülürdü. Mesela mahkeme; bir davada, vakfın en kıymetli mülkü olup Mecmu’elbahr’e sınırdaş bulunan bahçe ve binayı uzun yıllar tasarruf eden Mehmet Mukim oğlu Abdurrahman’ı vakfiye şartlarına aykırı davranışı nedeniyle değiştirmiş, bahçenin vakıf evlâdından Abiş oğlu Muhammed’e teslimine karar vermişti. Mahkemede dinlenen şahitlerin ifadelerine göre, sınırları “..Aynıhalilürrahman’da bulunan ‘tarafları Şişlizade Osman Ağa bahçesi ve Hamavîzade Vakfı bahçesi ve yol ve çay’olarak gösterilen bu bahçe, kadimden beri orman gibi bir bahçedir”. Vakfiyede galle fazlası evlâda şart edilmiş olan bahçe, halen Büyükhatip Vakfı’nın tapulu malıdır.
1836 doğumlu Mehmet Mukim oğlu Fatma’dan olma Hacı Abdurrahman, kişisel yetenekleri ve ticarî girişimciliği nedeniyle oldukça zenginleşmişti. Kubbemescid mahallesindeki konağından gelin giden kızı Fatma’nın çeyizinde yer alan; “…bin kuruş kıymetli yirmi adet gâzî ayaklu bir aded incili Maşallah ve bin dokuz yüz altmış iki kuruş kıymetli elli yedi aded cedîd gâzî ile bir aded dobra altunu ve doksan beş kuruş kıymetli bir adet mahmûdiye altunu ve dört yüz kuruş kıymetli bir çift inci koç ve otuz kuruş kıymetli bir aded altun hatem ve yüz elli kuruş kıymetli bir çift sîm kemer ve bin kuruş kıymetli bir aded savâyı sırmalı kadife sırmalı çuha, kutnu entâri üç aded kutnu şalvar, bir aded trablus kuşak, altı aded meles gömlek, beş aded bohça, iki aded keten gömlek, on iki adet çevre, iki aded yaşmak bir aded sandık, iki aded peşkir, iki kat yüzlü ve dört aded kutnî yünlü yatak bir çift gümüşlü nalın, otuz aded çini ve tabak üç yüz elli kuruş kıymetli kutnu yünlü büyük tandır yorganı, bir ʿaded hamâm legeni ve tas ve otuz kuruş kıymetli bir aded arka futâsı, çît yüzlü makʿad, gülâbdanlık, gümüşbuhurdanlık, tunç şamdan,acem şalı, halı vs. nin içinde olduğu toplam elli yedi kalem kıymetli eşya..” şeklindeki bilgiler güçlü ekonomik durumu hakkında fikir veriyordu. 1880 yılında Halilürrahman Mahallesinden Hacı Hasan kızı Hatice’nin tapuyla malik olduğu Harran Nahiyesi’ne bağlı Kırmıtlı ve Fatmakuyu köylerinde satın aldığı arazilerin yeni maliki olarak, adı tapuda Mukimzade Abdurrahman Ağa şeklinde yazılmıştı. Arazi sahipliğinin de kattığı sosyal ve ekonomik güçle, öldüğü 1906 yılına kadar tarlaları tasarruf etti. Evlendiği üç eşten; Fatma, Mehmet Mukim (1888-1939) ve Mehmet Tahir’in (1898-1946) anneleri; Zeliha, Ümmügülsüm, Hatice ve Fatma’nın anneleri, Ayşe ise Adle’nin annesiydi. Mukimzade Abdurrahman Ağa 1906 senesinde vefat ettiğinde çocuklarından Mehmet Mukim 18, Mehmet Tahir ise 8 yaşlarındaydılar.
Mehmet Tahir’in 20’li yaşları, müzik, eğlence ve sefahat yıllarıydı. Arazilerdeki hissesini rehin ettiği bankaya borcunu ödeyemediği için arazilerdeki hissesi açık artırmayla[22]; ağabeyi Mehmet Mukim’in hissesi ise Maliye’ye olan aşar borcu nedeniyle satılmıştı. Ekonomik sıkıntılar yaşadığı o yıllarda bir miras ihtilafı nedeniyle amcazadesini öldürmesi nedeniyle ciddi sıkıntılar yaşadığı söyleniyordu.
Tenekeci Mahmut Güzelgöz, Mukim Tahir’le ilgili olarak paylaştığı anısında “..Kendisiyle, Cumhuriyet’in 10. Yıldönümünden birkaç ay sonra Kendirci Mahallesi’ndeki bir ‘asbap gecesinde’[23] tanıştım. Tanışmamız da şöyle oldu: Mukim Tahir mirasla ilgili bir anlaşmazlık yüzünden amcasını[24] öldürmüş, mahkûm olmuştu. Cumhuriyetin 10. yıldönümü nedeniyle çıkarılan genel aftan yararlanarak hapisten çıkmış Akçakale’de oturmaktaydı”[25] demektedir. Kayda dayalı olmamakla birlikte bu tanıklık üzerinden hikâye sürdürülecektir.
Mahkeme kararına bugün için ulaşma imkânı bulunmamakla birlikte böyle bir hadise yaşanmışsa bireysel ya da ailenin ortak mirası denilebilecek vakıf emlâkıyla ilgili olduğu düşünülebilir. Bu husumet nedeniyle, af kanunu sonrası sonra muhtemelen örfî gereklerle Urfa dışına çıkan Mukim Tahir, üç yıl kadar Suruç’ta oturur. Suruç yıllarıyla ilgili olarak sanatçı Münevver Özdemir Yüksek Lisans Tezinde; Mukim Tahir’in, dedesinin evinde üç yıl kiracı olarak oturduğunu ve amcası Mithat Özdemir’in; Mukim Tahir’in Fatma adlı bir eşi olduğunu ve eşinin 1936 yılı civarında veremden öldüğünü söylediğini tanıklıklara dayalı olarak anlatır.[26]
O yıl annesi Fatma’yı da kaybeden Mukim Tahir, bir süre sonra arazilerinin bulunduğu köylerden sadece birkaç kilometre uzaklıkta bulunan Akçakale ilçesine yerleşir ve orada, 1938 yılında, aralarında 23 yaş farkı bulunan eşi Zeliha Hanım’la evlenir.
Aynı yıl Ulvi Cemal Erkin başkanlığında Muzaffer Sarısözen’in de katılımıyla Ankara Devlet Konservatuarı tarafından yapılan derleme çalışmasında Urfa’ya gelen heyet, türkü, uzun hava ve oyun havalarını kaydedip daha sonra bunların bir kısmını notaya alarak radyo arşivine kazandırır[27]. Bu derleme çalışmasında; içlerinde Mukim Tahir’in de bulunduğu dönemin ileri gelen ustalarından derlenen çok sayıda kayıt bulunmakla birlikte, onun birkaç yıl sonra plağa okuduğu eserlerin çoğu bu derlemeler arasında yer almamaktadır
Zor ekonomik ve sosyal şartlar içinde cezaevi sonrası hayatını bir süre bu şekilde geçiren Mukim Tahir, Urfa’ya dönme imkânı bulduğunda geçimini Anzılha Cumhuriyet Parkı’ndaki bir gazinoda bir süre hem okuyuculuk yapıp, hem bağlama ve darbuka çalarak, Halkevi kahvesini işletip halkevi saz ekibini çalıştırarak sağlar[28]. Urfa müziğiyle ilgili yetenekleri ve güçlü sesiyle dönemini belirgin şekilde etkilediği şüphesizdir. 1940 yılından sonra aldığı davet üzerine İstanbul’a giderek üç adet plâk doldurur. Bu plâkların birinde yer alan ve sözlerinde “Haleplibahçe” nin geçtiği “Kapuyu çalan kimdir” türküsü ilk defa bu kayıtla kamuoyuna sunulmuştur.
1943 yılı sonlarında Urfa Halkevi ekibiyle Ankara’ya giden büyük heyet içinde Mukim Tahir de yer almaktaydı. Ankara radyosunda bir konser verdikten sonra İstanbul’a birlikte gittiği heyetle onbeş gün boyunca konserler vermişlerdir[29]. Urfa Halkevi Başkanı Selahattin Atabay, dönüşünde verdiği röportajda geziyi şöyle anlatmıştır:
“..Biz Urfa’dan Ankara’ya çok şeyler götürdük.. Urfa’mızın folklor bakımından zengin yaşayış tarzı, örf ve adetleri, sıra geceleri, dağda mağaraya gitme adetleri, cirit ve atıcılıktaki maharetleriyle beraber darbımeselleriyle, bulmacalarıyla, Cançekiç ve Tolaka oyunlarını dahi refakatimize almıştık. Millî Mücadele’deki kahramanlıkları, “Kılıç-kalkan” oyunlarını güzide bir topluluk önünde anlatıp sergiledik. Ankara’ya vardığımızda Adnan Saygun’un rahatsızlığı nedeniyle Muzaffer Sarısözen taraflından karşılandık. Aynı gece “Bir Urfa Gecesi” diye özel davetlilere Halkevi Salonunda bir konser verdik. Sonra üç defa daha Halkevi sahnesini işgal ettik. Salon seyircilerle hıncahınç dolu idi..” [30]
Vefat ettiği 24 Mart 1946 tarihine kadar geçen son yılları hakkında yeterli bilgi bulunmamaktadır. Ancak ölümünden kısa bir zaman önce, helâlleştiği arkadaşlarına “bir daha dönmeyeceğim” diyerek, bir müteahhit arkadaşının vadetmiş olduğu iş imkânı için gitmiş olduğu o zamanın Zonguldak Devrek İlçesi’nin Yenice Nahiyesi’nde, işe başlamayı beklerken vefat etmiştir. Oraya defnedilen ancak halen mezarı kayıp olan[31] Mukim Tahir’in vefatında yanında bulunan bir hemşerisinin deyişine göre şalvarının cebinden on para (0.25 kuruş) çıkmıştı[32]. Ölümünde yanında olup olmadığına ilişkin bilgi bulunmayan eşi, 1947 yılında başka bir kişiyle evlenip dört çocuk sahibi olmuş ve 1988 yılında vefat etmiştir.
Nesime…
Mukim Tahir, “Kapuyu Çalan Kimdir” türküsünün bağlantı yerinde “Halepli Bahçesinde Nesime’m oynar desinler” demeseydi, muhtemelen Nesime ismini bugün Urfa’da kimse hatırlamayacaktı. Zaten daha çok Musevilerde kullanılan ve Arapça hafif esen rüzgâr anlamına gelen Nesim kelimesinin dişili olan Nesime Urfa’da çok rastlanan bir ad da değildi. Ama yine de bu içli türküdeki hüzün ve özlemlerin birbirine karıştığı nağmeler; Halepli Bahçesinin serin yaz akşamlarında dalından kopmuş bir çiçek gibi savrulan Nesime’yle birlikte eski şehrin hafızasına kazınmıştı.
Peki Nesime kimdi? Hakkında yazılıp söylendiği gibi; görevle Urfa’ya gelen kazaya uğramış bir memur ailesinin ya da 93 Harbi’nin[33] savurduğu kafilelerden birinin yetim çocuğu muydu, bilinmiyor. Hakkında yazılan ve söylenenlere göre, kaybetmiş olduğu ailesi Siirt’ten Mardin’e, oradan da Urfa’ya intikal etmiş, kardeşinin ilgisizliği nedeniyle büyük konaklarda hizmetli olarak çalışırken dans ve müzik yeteneklerinin keşfiyle saz-söz âlemlerinin aranan ismi haline gelmişti. Bilinen bir gerçekti ki, usul ve ahengiyle icra etikleri oyunlarıyla şöhret kazanan rakkaseler, hayatlarında gerçek isimlerinden çok takma adlarıyla tanınırlardı ve bu nedenle Nesime adının da, eğlence dünyasında çokça rastlandığı üzere takma bir ad olması son derece tabiiydi.
Naci İpek’in bu konudaki -muhtemelen söylentilere dayalı olan- yazısı şöyledir: “ ..Nesime Hanım’ın Halepli olduğu rivayet edilirse de kuvvetli ihtimal Mardin’li olduğudur. Asıl isminin Sakine olduğu da iddialar arasındadır. Nesime o sıralarda 20 yaşlarında genç bir kızdır. Bazı toplantılara eğlencelere giderek raksetmekte ve şarkılar söylemektedir. Şarkıları ve güzelliği ile kısa bir zamanda çevrede ün salar. Çok delikanlının aklını başından alır. Artık etraftan taciz edilmeye başlamıştır. Selâmeti emin ve mutemet bir adam olarak bildiği Büyük Hacı Mustafa Hacıkâmiloğlu’na sığınmakta bulur. Mustafa Efendi kendisini himayesine alır. O sıralarda Nesime’ye tutkun gençlerden birini yakalayarak “Nesime bundan böyle köşkte kalacak, kendine güveniyorsan gel elimden al” der. Bu ihtar diğerlerini sindirir. Böylece Nesime köşkte rahat bir hayata başlar, Mustafa Efendi’nin aile efradına hizmet eder..[34] “
Daha sonra Belediye Reisi de olan Hacı Mustafa Hacıkâmiloğlu’nun, Sâkıb Efendi’nin torunlarından Küçük Halil Bey’in öldürülmesinden sonra ailesince artık kullanmayan Halepli Bahçesi’ni kiralayarak sayfiye olarak kullandığı, oğlu Cemil Hacıkâmiloğlu’nun hatıralarında anlatılmaktadır[35]. Hatıralarda, yaklaşık 15 yıla yakın süren bu döneme ilişkin olarak Nesime’ye dair hiçbir ifade bulunmamakla birlikte, bahçenin Urfa geleneğine göre sık sık dost, akraba ve arkadaşlarla yapılan müzikli toplantılara sahne olduğu anlatılmakta, bu durumun 1930’lu yıllara doğru bahçenin mülkiyetinin Küçük Hacı Mustafa olarak bilinen amcazadesi Hacıkâmilzade Hacı Mustafa Reşit Kâmil’e geçmesine kadar devam ettiği anlatılmaktadır.
Mukim Tahir’e, “Bırak ne derlerse desinler.. Halepli Bahçesinde Nesime’m oynar desinler” dedirten Nesime’nin Halepli Bahçesi’ndeki serüveninin kaç yıl sürdüğü tam olarak bilinmiyor. Sazende ve hânendeleri kendinden geçiren bu esmer güzeli alımlı rakkaseyi tanıyanlar, onu 1950’li yıllara doğru beyazlanmış saçları ve 15-20 yaşlarındaki çocukları ile hatırladıklarına göre, Nesime’nin 1930’lu yılların eşiğinde evlenmiş olduğu ve Halepli Bahçesine dair öyküsünün ise Büyük Hacı Mustafa’nın bahçeyi kiraladığı 1915 yılından sonra başlayıp 1930’lu yıllara doğru sona ermiş olduğu söylenebilir.
Cemil Hacıkâmiloğlu’nun, hatıralarında daha sonra da devam ettiğini söylediği yerel müziğinin önemli isimlerinin katıldığı bu sazlı-sözlü geceler Urfalıların ortak hafızalarında geniş yer tutar. Kubbemescit mahallesindeki aile konağı Halepli Bahçesi’ne oldukça yakın olan şehir eşrafından, zengin, saz ve söz ehli olan Mukim Tahir’in; Naci İpek’in bahsettiği Nesime’ye olan gönül yakınlığının, katıldığı bu gecelerde doğmuş olması kuvvetle muhtemeldir. Bestelediği “Kapuyu çalan kimdir” türküsündeki “Koy desinler” ile başlayıp “Halepli bahçesinde Nesime’m oynar desinler” cümlesiyle biten meydan okuma ve sahiplik duygusu Mukim Tahir’in güçlü ses ve yorumuyla birleşince nağme ve duygular Halepli Bahçesi akşamlarından taşarak şairlerin mısralarına dökülmüştür:
Seher bülbül güle geldiği zaman
Dertli mızrap tele geldiği zaman
Mukim Tahir dile geldiği zaman
Gamlı saz göğsünde teller konuşur
—–
İhvanlar doldurmuş yine eyvanı
Sazlarda çalınan Urfa Divan’ı
Türkü İbrahimî, hoyrat Şirvanî
Halepli’de ehl-i diller konuşur.[36]
Ancak bu ortam, o yıllarda Halepli Bahçesi’nin satılıp el değiştirmesi nedeniyle sona erer. Bir miras ihtilâfı nedeniyle amcazadesini öldürdüğü söylenen Mukim Tahir firar gezmektedir. Hacı Mustafa Efendi; satılan Halepli Bahçesini terk etmesiyle himayesinden mahrum kalacak olan Nesime’nin baş edemeyeceği taciz ve davranışlara maruz kalmasını önlemek için onu kendisinden 15 yaş büyük ve Esemkulu Köyü’nde çok sayıda fıstık bahçesinin sahibi olan kabadayı yaradılışlı bir Urfalıyla evlendirir. Yaşadıklarının ağır yüküyle yorgun ve gözaltında geçen hayatı çocuklarıyla ve hayırseverlik duygularıyla anlam kazanır. İki çocuk sahibi olduğu varlıklı eşi 1953 yılında vefat ettiğinde, Karakoyun üzerindeki “Jüstinyen Su Kemeri”nin kuzeyinde yer alan ve bugün beton binaların altında kaybolmuş olan, mezarlığa gömülür. 70’li yaşlarında, 1950’li yılların sonlarına doğru İstanbul’a yerleşen küçük oğlunun yanında vefat eder.
Hikâyesi böyle biten Nesime; takma adıyla yaşadığı çileli hayatın keder ve iç sızılarını ruhunun derinliklerinde gizleyip, gerçek adıyla bu dünyayı terk etti. Geride; meçhul geçmişinin sahte sevinçleri ve acılarıyla yüklü olan takma adının çağrıştırdığı çalgılı akşamüstlerini ve bir kuşağın, Halepli Bahçesi’nin serin rüzgârlarında uçuşan güz yapraklarına gizlenmiş hayâllerini bıraktı.
Teşekkürler (Alfabetik sırayla) :
Abdulkadir Deniz, Abdulkadir Güllüoğlu, AbuzerAkbıyık, Ahmet Turanoğlu, Cihat Kürkçüoğlu, Dr. Mehmet Işık, Hüseyin Güllü, Mahmut Karakaş, Mehmet Kurtoğlu, Mehmet Özbek, Mercan Özkan, Av.Mete Sayın, Uğur Büyükhatipoğlu, UğurDeniz, Remzi Mızrak
[1]Yeniçeri Ocağı’nın kaldırıldığı 1826 yılından önce Osmanlı İmparatorluğu’nda mecburî askerlik bulunmadığından bu bilgi ihtiyatla karşılanmalıdır.
[2]Bermekîler, İran’ın Belh şehrinde yaşamış ve Müslüman olduktan sonra Abbasi Halifesi Harun Reşid (766-809) zamanında vezirlikler de yapmış olanbir ailedir.
[3]Mültezim, devlete ait vergi vs. gelirleri götürü olarak üstünealıp toplayan kimsedir.
[4]Güzelbey, C. Cahit Birecik Şairleri Gaziantep 1988, sf.112. Ayrıca bkz. Alpay, BedriŞanlıurfa Şairleri, Şanlıurfa 1986, sf. 186.
[5] Antepli şair Hasırcı Mehmet Ağa’nın yazdığı koşukta Sâkıb Efendi’nin 80 yaşında Birecik’te öldüğünün belirtilmiştir.Güzelbey, a.g.e. sf.63.
[6]Su dolabı’ndan bahsediliyor.
[7]Turnacıbaşı, (Serturnâyi) Hrıstiyan çocuklarını Yeniçeri ocağına yazdırmak için toplayan büyük Yeniçeri zabitlerindendir.. Bkz. Kepecioğlu Kâmil, Tarih Lûgatı, Ankara, sf.330. Urfa’nın bu konuda bilinen son Yeniçeri ağaları, 1797 senesinde vefat eden Serturnayî Şerif Ağa ile 1819 senesinde vefat eden Serturnayî Derviş Hacı Muhammed Bakır Ağa’dır. Mezartaşları için bkz. Karakaş, Mahmut, a.g.e. sf.102,244. Sâkıb Efendi; büyük oğlu Halil Beğ’e Serturnayî Derviş Hacı Muhammed Bakır Ağa’nın oğlu olan Şişlizade Osman Ağa’nın kızı Ayşe Hanım’ı alırken küçük oğluna da Ayşe Hanım’ın babası ile dedesinin adlarından meydana gelen Derviş Osman adını vermiştir.
[8]Tanzimat sonrası ihdas edilen rütbelerdendir.
[9]Hangâh; dergâh, tarikat merkezi, anlamındadır. Büyüğü tekke, küçüğü Zaviyedir. Pakalın, M. Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ce Terimleri Sözlüğü C:1, sf.730-731.
[10]Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye, Padişah 2. Mahmut tarafından kurulmuş olan, Adalet İşleri Yüksek Kurulu’dur (1838-1868).
[11] Güzelbey, a.g.e. sf. 112.; AlpayŞanlıurfa Şairleri, sf.126 Şanlıurfa 1986
[12]Bkz. 1323, 1324, 1326 yıllarına ait Urfa Salnameleri’ninBirecik bölümleri.
[13]TBMM Albümü (1920-1991) sf. 441; Akalın, Müslüm.İstiklâl Madalyası ve Urfa. ŞURKAV Dergisi Sayı 24, sf.10. (Ek-5).
[14] UŞS 213 No: 115; UŞS 216/2, No: 969 : ”..Babam müteveffa Halil Beğ’in hayatında kendi malından yeni olarak bina etmiş olduğu Han-ı Cedid’in eklentileriyle satışı”.
[15]Cevdet Emiroğlu’nun İhsan Barlas’a mektubu (Ek-8).
[16](Ek-2)“Urfa ahalisinden Halil Beğ’in katili Hüseyin bin Abdulkadir’in kısas edilmesi”: BOA.
BEO 4342-325631 – Milâdî 10 Mart 1915/ Hicrî 23 Rebiülahir 1333 (Ek-7)
[17]Daliyye, Osmanlıca ‘dal harfi’ şeklinde olan yabanî asma, demektir.
[18]Rakka Valisi Rızvan Ahmet Paşa’nın Şaban 1153 (1740) tarihli vakfiyesi. UŞS 206/4 No:1
[19]Arapça, ‘çıkma, seki’ anlamına gelen Merkefe, Halil’ür Rahman Gölü’nün güneybatısında, bugünkü Yakubiye Mahallesi’nin üst kısmındaki tepeler arasında yer alan 150 metrekarelik bir düzlüktür. Eskiden baharda dağ yatısı âlemlerinin gözde mekânıydı. Bkz. Saraç, Adil. “Tanıklarıyle Urfaca Urfalıca” Şanlıurfa BŞB yayını, 2018, sf. 297.
[20]Halbuki Halepli Bahçesi, Rızvaniye Vakfiyesi’nde ve Urfa Şer’iye Sicilinde kayıtlı bulunmaktadır.
[21]Mehmet Özbek’in bu konuda görüşmemizde ifade ettiği bu husus, Abuzer Akbıyık’ın,“Urfa’dan Üç Musıkî Ustası,Kel Hamza, Mukim Tahir, Bekçi Bakır”..Ağustos 2004” n adlı CD çalışmasında da belirtilmektedir.Ailede; Mukim Tahir’in babası Mukim oğlu Abdurrahman mirasçıları arasında “Oturan” soyadlı herhangi bir kimse bulunmamaktadır. Bkz. İzmir 3. Sulh Hukuk Mahkemesi’nden verilmiş 06/03/2023 tarihli veraset ilâmı.
[22] İcra Müdürlüğünden satış ilânı:Urfa Gazetesi 4 Temmuz 1927.
[23]Asbap gecesi, Urfa’da evlenme adetleri içerisinde yer alan ve damadın arkadaşlarının bu adla bir eğlence düzenledikleri merasimlerdendir.
[24]Ailede amcazadesiyle yaşadığı bu tür bir olaydan farklı ayrıntılarla söz edilmektedir.
[25]Akbıyık, Abuzer. Şanlıurfa Folklorunun Kaynak Kişisi Tenekeci Mahmut Güzelgöz, Ankara 1992, sf. 17; Nakledilen budeğerli hatıra, şüphesiz ki kayıtlara ulaşılamadığı için ihtiyatla karşılanmalıdır. 1933 tarihinde Cumhuriyet’in 10. yılı dolayısıyla çıkarılmış bulunan “2330 Sayılı Af Kanunu” nun cinayet suçlarıyla ilgili indirimi sınırlı olduğundan, kanun kapsamıylamahkûmiyet kararının ilişkisini incelemek gerekiyordu. Ancak bu konuda Adliye ve Cezaevi kayıtlarında ulaşılabilir bir kayda rastlayamadım.
[26]Münevver Özdemir, Şanlıurfa Müzik Hayatında iki Usta Sanatçı: Mukim Tahir ve BakırYurtsever. İstanbul Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi – İstanbul 2001. Sf.20-21.
[27]“Şanlıurfa”Uygarlığın Doğduğu Şehir. Ankara 2002, sf. 327
[28] “Beste yapar, saz ve tambur çalar, gazel, hoyrat ve türkü okur”. Özbek, Mehmet Avni, Urfa Türkülerinin Dil ve Anlatım Özellikleriİst. 2010. sf.336; Özdemir, a.g.e. sf.
[29]Akbıyık, Abuzer,Urfa’dan Üç Musıkî Ustası,Kel Hamza, Mukim Tahir, Bekçi Bakır” (CD Çalışması).Ağustos 2004.
[30]Akgün Gazetesi 1 Ocak 1944 sf. 2-3.
[31]Halen Urfa’da Dahiliye Uzmanı olarak çalışan Dr. Mehmet Işık bir sohbet sırasında, 1985 yılında tayinin çıktığı Zonguldak’ta göreve başladığında, apartman komşusunun babasının cenazesine katıldığını, Zonguldak mezarlığında defin yapılan mezarın hemen karşısında beyaz bir zemin üzerine “Urfalı Mukim Tahir” yazılı mezar taşını bizzat gördüğünü ve o zaman çok şaşırmış olduğunu anlatmıştı. Sorumuz üzerine, mezarın Zonguldak’a nasıl getirildiğini bilmediğini belirten Dr. Işık, birkaç yıl önce Zonguldak’a gittiğinde de uğradığı mezarlıkta Mukim Tahir’in mezarının olduğu yerde yol açılmış olduğunu gördüğünü ve mezarı arayıp bulamadığını ifade etmiştir. (26/02/2025 tarihli görüşme).
[32] Özdemir, a.g.e.sf.25.
[33]Rumî takvimle 1293 tarihine denk gelen 1877/78 Osmanlı-Rus savaşı.
[34]A.Naci İpek, Halepli Bahçesi, Şair Sâkıb Efendi ve Nesime Hanım. Şanlıurfa Belediyesi Kültür Yayınları 11 Nisan 1988, sf.80 vd.
[35]1950’li yılların sonunda kendisi de Belediye Reisliği yapmış olan Cemil Hacıkâmiloğlu’nun Şanlıurfa’nın Kurtuluşu ve GAP Projesi, Ş.Urfa 1986 adlı kitabı, sf. 12-17.
[36] Necip Mirkelâmoğlu “Urfam Üstüne”, A. Naci İpek, “Şiirlerde Urfa” Ankara 1969, sf. 64: