Cüneyt Gökçe
20 Ekim 2006
Geçen haftaki “Zekât ve Fitre” başlıklı yazımızdan sonra e-posta aracılığıyla ilettiğiniz soruları -kısmen de olsa- cevaplandırmaya gayret edeceğiz.
*Değerli bir okuyucumuz, Zekâta niyet etmenin gerekli olup olmadığını soruyor:
Her ıbadetin “Olmazsa Olmaz” ön şartlarından bir tanesi hiç kuşkusuz, niyet etmektir. Çünkü ameller, niyetler sayesinde şekil alıp geçerli olur. Ancak, “sesli” veya “kalbî” olarak niyet etmenin tercihi o anki mevcut şartlara göre kararlaştırılır. Örneğin, -soruda da dile getirilen -sözlü olarak zekâta niyet etme olayı- tamamen mevcut şartlar doğrultusunda değerlendirilir. Mesela, -çoğu kez olduğu gibi- fakirin rencide edilmesi söz konusu ise o takdirde kalbî olarak zekâta niyet etmek yeterlidir. Bazen de –tam tersi-, önemli bir ıslam nişanesi olan zekâtın açıktan verilmesi bir teşvik rolünü oynaya bilir.
şu halde fakirin rencide edilmesinin muhtemel olduğu durumlarda “sadece kalben niyet etmek” yeterli olduğu gibi; rencide ihtimalinin “sıfır” olduğu hallerde de “teşvik edici olması ve bir mesaj” taşıması bakımından “zekâta açıktan niyet” etmek, sonuçları itibariyle daha isabetli olabilir. Bu yüzden tercihin “doğru” ve “ isabetli” yapılması önemli bir husustur.
*Başka bir kıymetli okuyucumuz da, kadınların ziynet (süs eşyası) olarak kullandıkları altının zekâtı ile ilgili tavsiye ve kanaatimizi soruyor:
Ziynet eşyası, altın, gümüş, inci, elmas, yakut ve zümrüt türü maddelerden yapılan ve kadınlar tarafından süs malzemesi olarak kullanılan eşyaların genel ismidir. Soruda ise, özellikle 85 gramı aşan “altın” kastedilmektedir.
Bu hususla ilgili olarak da, vicdani otoriteyi devreye koymayı ve sağduyulu davranmayı tavsiye ediyoruz. Her ne kadar şafiiler kadının ziynet eşyasına zekât düşmediğini iddia etseler de; bu noktada şafiilik/ Hanefilikten ziyade konuyla ilgili muhatabın maddi durumu göz önünde bulundurularak hareket edilmesinin daha isabetli olabileceğini düşünüyoruz.
Hikmete uygun davranmak en isabetli tercih olduğuna göre, burada da aynı çizgiyi muhafaza etmek daha münasiptir. Gerçekten, bazen öyle şafii kadınlar olabiliyor ki, aşırı derecede sahip oldukları ziynet eşyasını zekâttan muaf tutmak ölü yatırıma prim vermek anlamını taşır. Kendisini “mensubu” hissettiği şafiiliğin görüşünü bahane ederek, etrafta gıpta ve kıskançlık damarlarını körüklemek isabetli bir tercih değildir.
şafii de olsa, böyle bir hanımefendiyi “zekât mükellefi” görmek daha isabetli olsa gerek… Öte yandan, ucu ucuna hayatını sürdüren ve aynı zamanda tedbirî bir “
*Bir başka saygıdeğer okuyucumuz ise Fitre’nin veriliş zamanı ve malı ilgili malumat istiyor:
Fitre, Ramazan’ın ilk gününden, son gününe kadar ilk fırsatta verilmesi gereken bir borçtur. ılla ki, son günlerin beklenmesine gerek yoktur. Bayramın ilk günü sabahına kadar verilmeyen fitre ise artık vacip konumdadır. Fırsat yakalanır yakalanmaz hemen ödenmesi gerekir.
şafiilere göre toplumsal ana gıdanın kendisinden (günümüzde buğday) fitre verilmesi gerekirse de diğer içtihatlarda böyle bir zorunluluk yoktur. Bu yüzden günümüz şehir şartlarında yaşayan şafiilerin de –fakirinin asıl rahat ve yararını düşünerek- buğdayın parasal karşılığını vermeleri daha makul ve daha mantıkîdir. Köyde belki işe yarayan yaklaşık
Hatta bazen, -güya şafiilik ısrarıyla- çok komik durumlar meydana gelmektedir. Örneğin,
Zekât ve fitrelerimizin makbul olması duasıyla…