Bülent Okutan
11 Kasım 2008
Pazar Yerinin girişinde ilk göze çarpan oydu. Esnafın aksine önlüğü yoktu. Ayağında düzgün ütülenmiş bir pantolon, üstünde elde örülmüş bordo kazağı ile Pazarcılardan farklı biri olduğu ilk bakışta anlaşılıyordu.
Tam önüne geldiğimde duyabildim ancak sesini. Elinde tuttuğu üç gofreti ileri doğru uzatmış, fısıldıyordu.
-Üç tanesi bir YTL. Üç tanesi bir YTL.
Yüzüne asılı öyle bir hüzün vardı ki, annesini dakikalar önce toprağa verip, oraya gelmiş gibiydi. Gözlerine baktım. Ama bakışlarını yakalayamadım. Dudaklarının bükük, küs kenarı gibi, göz bebekleri de aşağı inikti. Önünden geçenlerin diz seviyesine yani. Belli ki utanıyordu yaptığı işten ve alışık değildi. Tepesi açık yarı keldi, ama özen gösterili bir çehreye sahipti. Kesinlikle o gün, geçmişini hiç mi hiç yansıtmıyordu. Düşmüştü. Allah kimseyi düşürmesin.
Birkaç adım sonra sesini duymaz oldum. Çünkü hemen yanıbaşında ki domates satıcısı, sadece onun değil, neredeyse pazarın yarısının sesini bastırıyordu ;
-Domatese geeeel, kilo bir YTL. Kaya satıyoruuuz kaya.
Bir Pazar yerinden ne zaman geçsem saat itibarı ile profil incelerim. Alıcısının da, satıcısının da. Çünkü o yüzler, Türkiye’nin yüzüdür. Bir ölçüdür bana göre.
Yüksek ekonomi tahsili yapmıştım. Ama daha okurken bu ülkenin iktisadi sorunlarını, türevlerle, logaritmalarla aşamayacağımın farkına varmıştım. Teorisyenlik bana göre değildi, pratik olmak gerekti. Bu sebeple de mesleğimi yapmayıp gazeteciliği seçtim sanırım.
Hayatı nasıl yaşayıp öğrenebildiysem, ekonomiyi de öyle sorguladım kendimce. Bu ülke de Kemal Derviş olsan ne yazardı ki, zaten bir şey yazmamıştı.
Benim bildiğim esnaf ne kadar çok bağırıyorsa, ekonomi o dönem, o kadar kesat demektir. Pazarda ki orta direk sayısına oranla, kapıcılar çoğunluktaysa ekonomi daha da kötü anlamına gelir. Kapıcısı olan binalarda yaşayanlar, Pazar yerlerinin kapısını kendileri çalmadığı gibi, o orduyu aksatmadan her sabah pazara gönderenlerdir. Bu durumu zaten türevlerle, logaritmalarla saptamaya, kafa yormaya da gerek yoktur. Pazar yerlerine gitmeniz yeterlidir bana göre.
Sabahtan öğlene kadar ekabirler, yada onların ayak işlerini yapanlar orada oluyor, ekonomisi kötü giden bu ülkede. Yani zengin sayılabileceklerle, kapıcılar. Fiyatı önemsemeyip, malın iyisinin peşinde koşanlar. Bunun için en iyi zaman sabahtır. Gün öğleyi devirdiğinde ise, kadınlar hakim olur tezgah aralarına. Hani o soframızda ki yeri öküzümüzden sonra gelen, anamız, avradımız, yarimiz olan kadınlar. Ekseriyetini orta direk hanımlarının oluşturduğu.
Alaca karanlık düşünce çadırların tepesine ve birer birer ampuller aydınlatmaya başlarken ortalığı, daracık aralarda ki cinsiyet değişimi de başlar. Kadınların yerini erkekler alır artık. Ama sınıf aynıdır. Yani orta direk. Hatta biraz da onun altı. Daha doğrusu pazara çıkabilecek kadar cebi paralı, cesur yürekleri o semtin.
Filmin sonu gelmiştir.
Tezgahlar boşalmış, sesler kısılmış, tek tük müşteri kalmıştır. Malının kalanı satılamayacak kadar kötü olan esnaf ise, çoktan yan yatırmaya başlamıştır ekmek teknesini. Toparlanma saatidir artık.
Ve onlar çıkar piyasaya…
Çoğunluğunu yine kadınlar oluşturur. Ya erkekleri yoktur, ya da erkekleri utanmazdır diye sert yargılarım o durumu. Üstlerinde eski püskü giysileri, ellerinde renkli çubuk desenli naylon çantalarla. Neredeyse hepsi baş örtülü ve yüzleri eşarpla kapalıdır. Western filmlerinde ki Banka soyguncuları gibi saklamak istedikleri bir çehre vardır aslında. Ama tek farkla. Onlar soymak için orada değildir, bilakis birileri, birilerinin yanlış politikaları yüzünden soyuldukları içindir o saatteki müşterilikleri.
Hızlı davranırlar. Etraflarına hiç bakmazlar. Utanıyorlardır çünkü. Ama insanlardan değil, insan olmayanlar yüzünden, o duruma düşmüş olmaktan. Dökülmüş sebze meyvelerden işe yarayanları alelacele renksiz hayatlarına tezat, o rengarenk çantalara doldurmaya başlarlar. Bazıları yanlarında çocukları ile gelmişlerdir. Özellikle kız çocukları. Ergenlik çağında olan ama o çağa geçişlerini, ergenliği de geçmiş sebzeleri toplayarak, hayata merhaba diyen kız çocukları ile.
Ne de olsa çocukturlar. İşlerini, kaderin tokadını yemiş annelerinin ciddiyeti ile yapamazlar. Ve çamurların arasından ekmeklerini seçme işini, ara sıra boş verip, çevrelerini izlemeye koyulurlar. Anlayamadıkları herkesin aynı gıdaları tezgahın üstünden almasına karşın, kendilerinin neden yerden topladığıdır!…
Fazla uzun sürmez merakları, utancı kısa tutmak isteyen annenin bir çimdiği ile kendilerine gelip, küçücük ellerini yeniden çamurlara gömerler. Bilmezler ki onları bu hale getiren, bu ülkede, ne kadar çamura gömülesice vardır!
İşte böyle ben yolumun üstünde ki Pazar Yerinden sabah işime giderken, akşam eve dönerken bu manzara ile karşılaşıyorum. Gördüklerim, bu ülkede göremediklerimizin, çözemediklerimizin ve üstüne gidemediklerimizin bir sonucu oluyor, ne yazık ki.
O Pazar Yerleri de,
Benim Yüreğimin Yangın Yeri!…