Mehmet Göncü
17 Mart 2010
Geçen hafta Elazığ civarında meydana gelen ve 42 kişinin ölümü ve bir çok kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan depremde ayrıca büyük ekonomik kayıplar da olmuştu.
Richter ölçeğine göre 6 şiddetindeki bu sarsıntıda bir deprem bölgesinde yapı tekniğine uygun olmayan kerpiçten yığma duvarlar yıkıldı.
Anlaşılan o ki kerpiç evler bile doğru dürüst ve sağlam yapılmamış, tek kelime ile ‘yoksulluğun gözü kör olsun.’
Bana göre; bu hadise, bireysel kader olmayıp, toplumsal bir kaderdir.
Bu kaderi değiştirmekse insanoğlunun elindedir.
Örneğin; Âcizane olarak ülkemiz için söylüyorum, Fay hattında bulunan bütün yerleşim alanlarının envanteri çıkarılıp, fizibilitesi yapıldıktan sonra önem ve önceliğine göre, bütün bu tür yapılar Toplu Konut İdaresi tarafından depreme dayanıklı konutlar haline getirilmelidir. İlimizde de fay hattına yakın konutlar bu kategoride değerlendirilmelidir.
Böylelikle hem istihdam sağlanacak, hem de can ve mal güvenliği sağlanmış olacaktır. Neyse biz depremle ilgili olarak yazımızın konu başlığındaki anıya dönelim. O tarihten bu güne kadar hemen hemen aradan 40 yıla yakın bir zaman geçti. O tarihte Van ilinde memuriyet görevim nedeniyle ailece ikamet ediyorduk. Deprem gecesi bir dini bayram arifesiydi. Ben o gece görevim gereği eve sabaha karşı gelmiş, henüz yeni uykuya dalmıştım.
Yukarıda belirttiğim gibi, ertesi gün bayram olduğu için eşim sabah namazından sonra yatmamış, salonda bulunan mutfakta bayram yemeklerini hazırlamakla meşguldü. Ben ise derin bir uykuda idim.
Birden bire büyük bir uğultu ve sarsıntıyla uyandım. İlkin uyku sersemliği ile neler olduğunu anlayamadım. Sonra salon tavanının bir bölümünün çöküşünün sesini duydum ve deprem olduğunu anladım. Hemen yattığım odanın kapısına koştum. Ancak kapı sıkışmış, açılmıyordu. Bir an eşimin sesini duydum. Kapının arkasından bana sesleniyordu. ‘Dışarı çık, deprem oluyor’ diyordu. Kapının sıkıştığını, bu nedenle dışarıya çıkamadığımı ve kendisinin bahçeye kaçmasını ve kendini kurtarmasını söyledim. Ancak, bütün ısrarıma rağmen o bahçeye çıkmadı ve o da kapısını dışarıdan omuz vurarak açmaya çalıştı. Ben de içeriden ona yardım edince kapı açıldı ve ben de bahçeye kaçtım.
Ancak, yalınayak ve yatak kıyafeti ile dışarıya çıktığım için üşümeye başladım. Zira yerde en az 25 santim kar vardı. Eşime bu durumda ben depremden değil, soğuktan donarak öleceğim dedim ve koşarak evin içine girdim, giysilerimi, çorap ve ayakkabılarımı alarak tekrar bahçeye çıktım.
Ertesi gün başta Silahlı Kuvvetler olmak üzere çeşitli kurumlardan ayni ve nakdi yardımlar kente gelmeye başladı. İlk yardımlarla gelen sınırlı sayıdaki çadırlar evlere dağıtıldı. Ben de bir çadır aldım.
Kadın ve çocukları ilkin güvenceye aldık, çadırlar çoğaldıkça her aileye bir çadır verildi. Bir ay müddetle artçı depremler devam etti. Bir çoban köpeğimiz vardı, çadırın yanında bağlıydı. Her artçı depremden evvel köpeğimizin davranışlarından ve havlamasından, depremin biraz sonra olacağını anlardık.
Van depreminde benim kaldığım ev de kerpiçtendi ama duvarların kalınlığı bir metreden fazlaydı. Nitekim; o depremde bizim evin duvarları yıkılmadı.
Demem o ki usulüne uygun kerpiçten de depreme dayanıklı evler yapılabilir.
Ancak bu konuda son söz Mimar ve İnşaat mühendislerimizindir.
Ülkemizi yasa boğan bu son üzücü deprem nedeni ile ben de başımdan geçen yaşanmış bir deprem olayını sizlerle paylaştım. Atalarımız boşuna dememişler; Yaşa yaşa gör tamaşa”. Depremi yaşamış biri olarak diyorum ki; “Ateş düştüğü yeri yakar.” Bu nedenle depremzedelere her boyutta yardım etmek bir insanlık ve yurttaşlık görevidir.
Bu cümleden olarak; Cenabı Allah büyük devletimize ve aziz milletimize zeval vermesin.
Dürüst ve şeffaf bir toplumda; lütufta geride, kahırda önde olan dostlarınızın çok olması dileğiyle kalın sağlıcakla…