İbrahim Halil Okuyan
26 Ocak 2010
Bir düşünür olan konfiçyüsün çok güzel bir sözü vardır.
“İnsanlara balık vermek yerine onlara balık tutmayı öğretin” der. Burada yatan anlam çok önemlidir.
Kısacası düşünür şunu demek ister: Siz ihtiyacı olanlara bir şeyler vererek, onların ihtiyaçlarını sürekli karşılayamazsınız.
Bu mümkün değildir.
O halde yapılması gereken nedir?
İhtiyacı olan insanlara, kendi kendilerine üretim yaparak ihtiyaçlarını karşılamayı öğretmektir.
Son zamanlarda, dikkat edilirse ülkemizde uygulanan tarım politikalarında net olarak göze çarpan bir şeyler var.
Bir yandan toplumumuz tam bir tüketim toplumuna dönüştürülürken, bir yandan da nesiller boyu yapa geldiği üretim metotlarından vazgeçirilmeye çalışılıyor.
Bu nasıl mı yapılıyor: Buğday ekene, “buğday ekme, başka bir ürün ek” deniliyor. Mesela “Kanola ek” deniliyor.
Ama çiftçi kanolanın adını bile yeni duymuş.
Yüz yıllardır buğday tarımı yapan bir toplum, bir anda alternatif bir ürünü nasıl üretim kültürüne sokabilecektir? Bu hiç düşünülmez.
Sonra kanola ile ilgili birkaç cazip teşvik programı uygulanıyor.
Buna inanan çok az sayıda üretici kanola ekimini deniyor.
Sonra yönetimler verdikleri sözleri unutuyor ve üretici perişan oluyor. Haa, baktılar ki her şeye rağmen tahıl üretimi devam ettiriliyor, be kez de “Doğrudan gelir desteği” adı altında, “ölme de sürün” politikası uygulanıyor.
Çiftçi yine tahıl üretimine devam ederse, bu defa da girdi maliyetleri hızla yükseltilirken, üretilen ürünün satın alınmasında uygulanan taban fiyatlar ters yönde geliştiriliyor. Yani alım fiyatları düşürülüyor.
Ne de olsa Amerikan gemileri Mersin limanı açıklarında ucuz buğday ve arpa yüklü olarak beklemektedirler(!) Gırtlağına kadar borca batmış olan çiftçi isterse ürününü her yıl, bir önceki yıldan daha ucuza satmasın.
Bu durum, bütün üretim dallarında aynı şekilde geçerli!
Peki, pancarda, tütünde, yaş meyve ve sebzede durum nasıl?
Hepsinde durum aynı!
Kısacası bütün üretim sahalarında üreticiye dayatılan şu:
-Ekmeyin! Dikmeyin! Üretmeyin! Dışarıdan daha ucuza alalım…
Ama Allah var, haklarını da yememek gerek.
ABD başta olmak üzere “dışarı”nın bize teklif ettiği fiyatlar da çok cazip! Gel de alma!
O ülkeler çiftçisine sübvansiyon uyguluyormuş! Kime ne canım.
Biz sübvansiyon uygulamadan çözüyoruz sorunu!
Nüfusu 75 milyona dayanmış bir ülkeye “ÜRETMEYİN” diyoruz.
Kendi üretim bilincimiz köreltilip, üretim yeteneğimiz zaafa uğratılırken, çiftçisine her türlü desteği sağlayan ülkelerin ürünlerini tüketmeye zorlanarak, o ülkelerin açık pazarı konumuna sokuluyoruz.
Toru-topu bizim Konya ilimiz kadar bir toprağa sahip olan Hollanda’dan tereyağı, peynir, vb. her türlü süt ürününün yanı sıra damızlık düve alıyoruz.
Ama bu utanılacak durumdan hiç kimsenin utandığına, rahatsız olduğuna da rastlamış değiliz.
Her konuda kurulmuş bulunan resmi kurumlar bunca yıldır ne işle uğraşıyorlar bilinmez.
Vatandaşı kendi başına bıraksalar, tıpkı tekstil ihracatında vs. olduğu gibi kendi kendinin yolunu açacaktır.
Ancak böyle bir girişimin canlandığı hissedilir hissedilmez, ne hikmetse, sınır ticareti vs. adları altında komşu ülkelerin bütün canlı hayvanı ülkemize dolduruluyor.
Tabi bu durumda yerli üretici zarar ediyor.
Zaten bir atımlık barutu olan üreticimiz bunu da boşa harcayınca çaresiz kalıyor. İsyan etme noktasına geliyor.
İşte tam bu aşamada, “Doğrudan gelir desteği” adı altında, çiftçiyi ondurmayacak, öldürmeyecek ancak ve ancak süründürecek “yardım”(!) taksitler halinde “çerçi parası” gibi veriliyor.
Peki, bu üretmeyen insanlarımız ne yapacak?
Şimdi zararına da olsa oyalanıyorlar. Kendi yağlarıyla kavruluyorlar.
Hayat onlara zindan oluş, ama onlar “Kadere” boyun eğmişler.
Ne yapacak bu insanlar?
Kıymetli yöneticilerimiz AB’nin ve ABD’nin sihirli formüllerini uygulayarak bunun da çaresini bulmuşlar.
“Üretmeyin, şehirlere koşun. Şehirlerde çalışarak geçinin.”
İyi de şehirlerde işsiz gezen milyonlar dururken bu milyonlara yeni eklenecek milyonlar sorunu azaltacak mı, arttıracak mı?
Onu sonra düşünecekler herhalde.
Aslında yapılmak istenenler çok açık ve net.
Yapılamak istenen “ŞEHİR DEVLETLERİNİN KURULMASI”dır.
Ve bu devletçiklerin uluslar arası para sahiplerinin kucağına atılmasıdır.
Bunu da “GLOKALİZASYON” (Global ölçekli şirketlerin, uluslararası piyasada tutunabilme adına, pazarlandığı ülkenin kültürüne özgü reklamlarla, ürününü o kültüre adapte ettiğinin; hatta ürünün o ülke kültürünün bir parçası haline geldiği mesajını veren pazarlama stratejisidir. Son yıllarda ülkemizde sıkça görmekteyizdir. Kurdun kuzu şeklinde sürüye sızma teşebbüsüdür. Yoksa pepsinin ramazanla, lays in köylü teyyzeyle ne işi olur. En iyi verilebilecek marka bu konuda Coca-Cola olabilir.)toplantılarında açık seçik anlatıyorlar.
Ancak şehirlerde yaşayanlar bu global şirketlerin pazarını oluşturabilirler.
Toplum olarak unutmamamız gereken bir şey varsa, o da gün gelip sıkıntıya düştüğümüzde kimsenin bize bedava ekmek vermeyeceğidir.
Dünyanın yeniden paylaşılmaya çalışıldığı şu günlerde, emperyalist ülkeler ve işbirlikçileri gözleri dönmüşçesine savaş çığırtkanlığı yapıyorlar. Ortadoğu’daki dengelerle oynuyorlar.
Birinci dünya savaşında olduğu gibi, Ortadoğu’da dengelerle oynamanın sonucu dünya savaşını getirir.
Kısacası insanlık tarihi yeni bir dünya savaşının eşiğindedir.
Ülkemiz de tam bu savaşın odağında yer almaktadır.
Üretim yetenekleri zaafa uğratılmış, Yaklaşık 400 milyar dolar iç ve dış borç altında soluksuz bırakılmış, Milyonlarca işsizi bulunan, Uluslar arası güçlerin güdümünde bir yönetim tarafından idare edilen, Etnik tuzaklar için gerekli yasal alt yapısı hazır bulunan bir ülke bir de savaşa girerse sonunu siz düşünün. Artık böyle bir ülkeyi çökertmek için çok çabaya gerek kalmamıştır.
Ağzımız açılınca “Biz bir tarım ülkesiyiz. Sanayi devrimini gerçekleştiremedik” diyoruz.
Bu nedenle de her türlü sanayi ürününü dışarıdan almaya çalışıyoruz. Son dönemlerde Çin’in kalitesiz ürünleriyle çarşıyı pazarı doldurduk ve yerli sanayicilerin soluğunu kestik.
Böylece sanayileşme yolumuzu kendi elimizle tıkıyoruz.
O zaman tarım ülkesi olarak kaldığımıza göre, hiç olmazsa tarımsal alanda bir ilerleme sağlamamız gerekmez mi?
Hiç olmazsa kendi tüketimimizi karşılayacak kadar olsun üretmek zorunda değil miyiz?
Hatta doğru olanı, tüketeceğimizden fazlasını üreterek bir artı değer yaratmak zorunda değil miyiz? Hayır efendim!
Bu konuda da ekonominin genel kurallarını alt üst edecek uygulamaları tercih ediyoruz.
Ülkemizde yetişebilen pek çok ürünü, “daha ucuza sattıkları için” dışarıdan almayı yeğliyoruz.
Peki, öyleyse ne yapmaya çalışıyoruz biz? Sanayimiz gerekli gelişmeyi sağlayamıyor. Tarımımız olması gerektiği seviyeye gelemiyor. Uygulanan tarım politikaları tamamen ülkenin ve milletin zararına sonuçlar doğuruyor. Hayvancılığımızı bir türlü istediğimiz noktaya taşıyamıyoruz. Milyonlarla ifade edilen işsizler ordusuna, kendisini işsiz kabul etmeyen ve devletten de bu konuda bir talebi olmayan “gizli işsiz” konumundaki çiftçilerimizi de katmak için elimizden geleni yapıyoruz.
Bu arada Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluşundan itibaren ilk on beş yıl içinde kurduğu bir takım temel kurumlar, yer altı ve yer üstü zenginliklerini değerlendirerek insanımızın refah düzeyini artırmaya çalışan müesseseler, haraç mezat elden çıkarılıyor.
Çünkü bu kurumlar “zarar ediyormuş”.
O günün yoklukları içinde kurulabilen ve bu günlere kadar gelebilmiş iktisadi kurumları, sadece ve sadece siyasilerin yanlış yönetimleri nedeniyle zarar eder duruma getirilmiş bu temel kurumları iyileştirmek ve kar eder hale getirmek yerine, satıp kurtulmayı yeğliyorsunuz.
IMF ve Dünya Bankasının birer yardım kuruluşu olmadığı, tefeciler gibi, ilişkiye girdikleri toplumların ekonomik çöküşünü hazırladıkları iyice gün yüzüne çıkmıştır.
Uluslar arası sermaye, bir ülkeye borç vermeye başladığı andan itibaren 25 yıl içinde o ülkeyi ekonomik çöküşün eşiğine getirmekte ve her türlü zenginliklerine el koymaktadır.
Gerçekler bunlar iken, dünyanın bu uluslar arası tuzak kuruluşlarının emir ve direktifleri ile ülkenin geleceğinin aydınlanacağına inananlar, çok büyük bir yanlış içindedirler.
Ülkenin geleceğinin, akılcı ve bağımsız politikalarla sağlanacağı aşikârdır.
Ama öğlen vakti havai fişek gösterisi tertip ettiren bir zihniyet, ülkenin geleceğinin IMF ve Dünya Bankasına tabi olmakla aydınlanabileceğine pekâlâ inanabilir.
Bizi yamamaya çalıştıkları AB; Sahip olduğu bütün sömürgelerini kaybetmiş, modern sömürgeler yaratmaya çalışıyor. Ucuz, hatta bedava hammadde kaynakları ele geçirmeye çalışıyor. Ucuz iş gücü arıyor. Pazar ihtiyacı var. Petrol ve diğer stratejik kaynaklara sahip değil. Nato dışında askeri gücü yok.
Şimdi düşünün bakalım.
AB’nin bize mi ihtiyacı var, yoksa bizim AB’ne mi ihtiyacımız var.
Brüksel’i kıble görenlere bakın Atatürk ne güzel söylemiş:
“Yabancı bir devletin himaye ve desteğini kabul etmek, insanlık özelliklerinden mahrumiyeti, beceriksizliği ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir.”
Tarım ülkesi olmamıza rağmen Türkiye tarafından 2009’un ilk dört ayında 1,5 milyon ton buğday ithal edilerek ton başına 291 dolar ödendi ve ilk dört ay için ithal buğdaya 388 milyon 908 bin 405 dolar ödendi.
Masum gibi görünen ithal ürünlerin kullanımı başta yatırımların azalması ve işsizliğin artması olmak üzere ülke ekonomisini ve sosyal barışı etkiliyor.
Giderek yabancı menşeli suları dahi içer olduk.
Tek Çare Yerli Malı:
Menşei Türkiye olan bütün ürünlerin barkod kodu 869 ile başlıyor.
Sosyal sorumluluk anlayışıyla hareket eden duyarlı bir vatandaş olarak tüm toplumu 869 barkod koduyla başlayan ürünleri kullanmaya ve bu konuda duyarlı olmaya davet ediyorum.
Şimdi
Malı elinize alın ve bu bir tip etikete bakarak anlatacaklarımı inceleyin. Gördüğünüz gibi
1) Makinenin okuduğu dikey çizgiler kısmı;
2) İnsanların okuyabildiği 12 adet rakam.
İlk altı rakam eşyanın tanım numarası (Menşei Türkiye olan bütün ürünlerin barkod kodu 869 ile başlıyor),ikinci gruptaki ilk beş rakam malzeme numarasıdır.
Aynı kod birden fazla çeşitteki ürün için kullanılamaz.
Tüketilen ürünlerde 869 ile başlayan yerli ürünlerin tercih edilmesi ve paramızın ülke içinde kalması toplumdaki her bireyin, kendi yararına olacaktır.
Geçmiş krizleri ihracatla aştık, yine toparlanabilmemiz ve yatırımların artması için 869 barkod koduyla başlayan yerli malları tercih etmeliyiz.