Cihat Kürkçüoğlu
12 Temmuz 2006
Bu yazımın başlığını, Harran Üniversitesi şanlıurfa Meslek Yüksek Okulu Radyo Televizyon Eğitimi Programı Öğretim Görevlisi değerli dostum Mehmet Hazar’ın www.sanliurfa.com sitesindeki köşe yazısından aldım.
Ben de bir süreden beri buna benzer bir yazıyı, Urfa’daki iki tarihi mescit üzerine kondurulan teneke minarelerle ilgili olarak yazmayı tasarlıyordum. Ancak Mehmet Hazar benzer konulara o kadar güzel yaklaşmış ki, yazımı onun yazısından aldığım bölümlerle desteklemeyi yeğledim.
şöyle yazıyor sayın Hazar;
“Televizyon programlarından birinde yapılan bir antika müzayedesini izlemiştim.Müzayede yetkililerinden biri elinde tuttuğu ağız kısmı dar, üzeri son derece güzel nakışlarla işlenmiş bir metal tasın ne olduğunu soruyor, sonra kendisi yanıtlıyordu: “bu 18. yüzyıl ıstanbul’unda kullanılan bir ‘dilenci tası’dır”. Ardından bir yorum yaptı; “dilencisi bile bu denli ince ruhlu olan bir ülkenin genel kültür ve sanat düzeyini siz düşünün”.
Mehmet Hazar yazısını şöyle sürdürüyor;
“Gerçekten de bir toplumdaki estetik zevkinin anlaşılması bakımından bana göre de önemli bir göstergeydi bu. Her karışına sanat işlenmiş topraklarda nasıl camiler, hanlar, hamamlar, evler, saraylar, kıyafetler, günlük yaşamda kullanılan eşyalar bu zevkten izler taşıyorsa bu toprakların dilencisi de bundan nasiplenmişti.Gel gör ki bu muazzam birikimin varisleri olan bizler bütün bu güzellikleri yağmalayarak bitirdik. Dahası kendi üretimlerimizde de bu birikime hiç de layık olmadığımızı her gün gösteriyoruz.Günlük hayatımıza bakmak bile bu geriye gidişi açıkça gösteriyor.”
Mehmet Hazar devam ediyor ve konuyu benim değinmek istediğim varil minarelere getirerek şöyle diyor;
“Camiler mesela… Süleymaniye’nin, Sultanahmet’in, Selimiye’nin bulunduğu ülkede apartmanların zemin katlarına camiler yaptık. O kadarla kalsa iyiydi. Okuyucuların da dikkatini çekmiştir, özellikle kırsal kesimdeki bazı cami minarelerinde basit tuğlalar bile değil, bildiğimiz varillerden yapılmış minareler boy gösterir oldu.”
Mehmet Hazar’ın yazısı ilginç örneklerle devam ediyor. Yukarıda dediğim gibi bu yazının başlığına konu olan varil minarelerden ikisi, şanlıurfa şehir merkezindeki Bey Kapısı’ndaki Nur Ali Mescidi ve Ellisekiz Meydanı yakınındaki Yeni Ömeriye Mescidi’nin damına kondurulmuş bulunuyor. Üstelik bunlar, sayın Hazar’ın dediği gibi kırsal kesimdeki camilerde değil, Urfa gibi tarihi bir şehrin, tarihi dokusu içersindeki mescitlerde yer alıyor.
Nur Ali Mescidi, Akkoyunluların Urfa Valisi Nur Ali Bey tarafından 15. yüzyılın başlarında inşa edilmiş, 1766 tarihinde onarım görmüştür. Yeni Ömeriye Mescidi’nin ise 1539 tahririnde adı geçen “Seyyid Ömer Mescidi” olduğu düşünülmekte ve 16.yüzyıl başlarında inşa edilmiş olabileceği tahmin edilmektedir.
Nur Ali Mescidi’nin hemen yakınında Kara Musa Camii, Yeni Ömeriye Mescidi’nin yüz metre ötesinde ise Nimetullah Camii (Ak Cami) bulunmaktadır. Bu camilerin minarelerinden okunan ezan sesi her iki mescit çevresinde oturanlar tarafından rahatlıkla duyulmaktadır. Bu nedenledir ki, her iki mescidi yaptıranlar minareye gerek duymamıştır.
şehrin tarihi dokusu içersinde yer alan Nur Ali Mescidi’nin ve Yeni Ömeriye Mescidi’nin damına kondurulan ve yağlıboya ile boyanan bu sözde minareler, Mimarlık tarihinin başladığı şehir olan şanlıurfa’ya hiç, hem de hiç yakışmıyor.
Kaldı ki, 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’nun (14.7.2004 tarih ve 5226 sayılı Kanun ile değişik) 9. maddesinde, taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarına yapılacak bu tür müdahaleler yasaklanmıştır.
Aynı kanunun (17.6.1987 tarih ve 3386 sayılı Kanun, 14.7.2004 tarih ve 5226 sayılı Kanun ile değişik) 10. maddesinde “Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün idaresinde veya denetiminde bulunan mazbut ve mülhak vakıflara ait taşınmaz kültür ve tabiat varlıkları ile gerçek ve tüzel kişilerin mülkiyetinde bulunan cami, türbe, kervansaray, medrese, han, hamam, mescit, zaviye, Mevlevihane, çeşme ve benzeri kültür varlıklarının korunması ve değerlendirilmesi koruma bölge kurulları kararı alındıktan sonra, Vakıflar Genel Müdürlüğünce yürütülür” hükmü bulunmaktadır.
Yasaya göre suç teşkil eden bu çirkin varil minarelerden Vakıflar Bölge Müdürlüğü’müzün haberi olmadığını düşünüyorum. Bu konulardaki duyarlılığını yakından bildiğim şanlıurfa Vakıflar Bölge Müdürü sayın Arif Çelik’in, her iki tarihi mescidi bu ucubelerden kurtarmak için gerekeni yapacağına inanıyorum.
Camilerimizdeki çirkin uygulamalar maalesef bu iki örnekle sınırlı değildir. Tüm uyarmalara karşın, mihrapların banyo fayansıyla kaplanması, yeşile boyanması, son cemaat yerlerinin bölünmesi, cephelere takılan klima motorları gibi izinsiz çirkin müdahaleler de olmuyor değil. Bu olumsuzlukların önlenmesi için il müftülüğümüzün, cami ve mescitlerdeki görevlileri uyarması gerekmektedir. Tüm camilerimizin görevlilerine bu konuda seminer vermeye hazır olduğumu buradan sayın müftümüzün bilgilerine sunuyorum.
Yazımı Mehmet Hazar’ın www.sanliurfa.com sitesindeki yazısının son paragrafı ile sonlandırıyorum.
şöyle diyor Mehmet Hazar; “’Biz eskilerle, bizim değil atalarımızın eserleriyle övünmeyi severiz. “Avrupa’ya bilimi, sanatı, insanlığı biz öğrettik deriz. “Ortaçağ’da Avrupa’da akıl hastalarına dayak atılırken, biz onları burada müzikle tedavi ediyorduk” diye kabarırız. Büyük haklılık payı olan bu sloganları bırakıp asıl soruyu sormanın zamanı geldi bence: “biz ne üretiyoruz, nasıl yaşıyoruz?”
Dilenci taslarının bile sanat eseri olduğu bir ülke, Mehmet Hazar’ın deyimi ile “Tenekeden Minareler Ülkesi” mi oldu? Ne dersiniz?