Bülent Okutan
25 Haziran 2007
(Gecenin lacivert rengi, neredeyse maviye dönüşmek üzereydi. Gün dönümü yakındı. Yan taraftaki Akyüzlerin bahçesinde ki kuş cıvıltıları artıyordu.Yattığım yerden hafifçe kaykılıp balkona baktım. Annem serin havadan korunmak için omzuna attığı yün hırka ile hala orada bekliyordu. O yıllarda Bahçelievler’de bulunan onlarca apartmandan birinde yaşıyorduk. Ve gecenin geç saatlerinde otomobil sesi duymak pek olası değildi. Anımsadığım o gece ise, Hümeyra’nın şarkısında ki ömrün yarısı olan, 35 yıl kadar önceydi.
Homurtulu bir motor sesi geceyi böldü. Yorganı tekmeleyip fırladım yatağımdan. Annemin yanında bitiverdim balkonda. Willys jip aşağıdaydı işte. Gelmişti babam. 5-6 Kişiydiler. Biz buradayız diye, o saatte, seslenmek yerine, balkonun ışığını açmayı tercih etti annem. Tüm ızmirli kibarlığı ile.
Işık yanınca, jipten inenlerden biri, babamı uyarıp, yukarıyı işaret etti. Gözlerim ışıl ışıldı. Beklediğim hareketin gelmesi birkaç dakika sürmüştü. Babam eliyle gel yaptı. Merdivenleri dörder dörder inmem ise sanırım saniyelere ancak sığdı.
Sokak bomboştu. Arka iki kapısı açık jipin egzosundan mazot kokusu ile karışık bir duman kesik kesik çıkıyordu. Av tüfeğini aldım, fişeklikleri omzuma astım. Boş fişeklerin olduğu torbayı da alarak kenara çekilip beklemeye başladım. Av paylaşımı vardı.
Babam birkaç keklik ile iki tavşanı aldıktan sonra, av arkadaşları kapıları kapatıp yeniden araca binip evin önünden ayrıldılar. Merdivenleri çıkarken önümde giden babamı süzüyordum. Dizine kadar olan botlarını, şapkasını, yeşil av kabanını.
Üçüncü katta ki dairemizin kapısında bekleyen annem, babama gülen, elinde ki ölü canlılara acıyarak bakan gözlerle karşıladı bizi. Benim ise keyfime diyecek yoktu. 54 basamak boyunca defalarca koklamıştım, tüfeğin hala geniz yakan, barut kokulu namlusunu.
ıki gündür yok tu babam. Sormuştuk. Annem ‘ava gitti’ demişti.
Her zaman oturduğu büyük koltuğa kendini atınca, şu birkaç cümleyle başladı, o kayıp iki günü anlatmaya ;
‘Her tarafı gezdik. Nafile. Ama Tek Tek’ler bir başka. Adım başı av, doğal zenginlik’)
-Aylar önceydi. Gazeteye geldim. Yazı ışleri Müdiremiz Ebru’nun yüzünde bir hüzün. Bütün masumiyeti ve temiz kalpliliği ile haberin kutsadığı bu kentte, cesurca gazeteciliğe soyunan o genç idealist sıkıntılıydı.Sıkıntısını kendisinin dile getirmesi anlamında bir parantez açtım ve sormadım. Bekledim. Haberlere, olaylara o kadar duygusal yaklaşırdı ki (hala da öyle), onunla çalışırken, Urfa adına bir facia olmasın diye, o üzülmesin diye, tabiri caizse, güne dualarla başlarsınız.
‘Bülent Ağbi, Tek Tek Dağları’nı Adıyamanlı GAP’zedelere verip, yerleşime açacaklarmış’diye başladı söze.
‘Eeeee’ dediğimi hatırlıyorum. ‘Bunun önüne geçmeliyiz,orası korunması gereken doğal bir alan ‘diye ekledi.
Ne yalan söyliyeyim. O gün canım çok gereksiz bir şeye sıkkındı. Hiçte umurumda değildi, dağlar. Ama Ebru sıkıntılıydı. Olayı o ortaya çıkarmıştı. Ben durumu toparlamaya çalışırken, devamını getirdi ;
‘Bir şeyler yapmalıyız’
O gün ben kendi sıkıntımı çözmeye çalıştım, Ebru ise aylarca memleketin o meselesini. Ve birkaç gün önce yine kendimi, zemin katta ki gazetenin serin ortamına attığımda, Ebru’nun gülen yüzü ile karşılaştım. Gözleri parlıyordu.
‘Sezer imzaladı’ dedi. şaşırmıştım. ‘Neyi’ diye sordum. Yanıtı ‘Tek Tek Dağları artık Milli Park , kabul edildi, Resmi Gazetede yayınlandı’ oldu.
Ne yalan söyliyeyim, o an için utandım bir an. O meselede, ona fazla destek vermemiş, olayı küçümsemiş, savaşında yalnız bırakmıştım. Ama o savaşı kazanmıştı. O dağlar ki bana yıllar önce çok keyifli anılar yaşatmıştı. Ben ki o dağları,o dünyaya gözlerini açmadan, yıllar öncesinden bilirdim. Ve onları kurtarmak adına fazla bir çaba göstermemiştim
Kendimi bir an dümdüz bir ovada hissettim. Ardına sığınacak dağlar aradım. Ama artık o dağlar Ebru’nundu. ızin verirmiydi ki?
Elbette verir di. Onun yüreği bu kentin tüm dağları kadar büyüktü. şimdi ben ve benim gibiler o dağların ardında, Ebru ise önünde.
Teşekkürler Ebru. Urfa için Hizmet adına…