Cüneyt Gökçe
22 Ocak 2016
canlı gibi insanın da tatmak durumunda kaldığı ölüm gerçeği kendisine meçhul
olan bir tarih ve saatte gerçekleşmektedir. Kuşkusuz bu bizim için önemli bir
nimet ve merhamettir.
Gerçekten
de ölüm tarihimiz belli olsa; örneğin, dünyaya geldiğimizde –mesela-
yetmiş-seksen yıl yaşayacağımız kesin bir dille bize bildirilse, önemli
sıkıntılarla karşılaşırız. Çünkü ilk elli-altmış yıl belki de gafletle
geçerken, belirlenen tarih yaklaştıkça hayatın tadı kaçar. Beş, üç, iki, bir
yıl; derken: on ay, üç ay, yirmi gün, bir hafta, bir gün ve az sonra… Evet, az
sonra ya da ertesi gün vefat edeceğini düşünen kimsenin eli-ayağı rahat çalışır
mı, bilme! Böyle bir insan, -büyük bir ihtimalle- ızdırap ve sıkıntı dolu ânlar
geçirir. Ne dünyalık işlerde ne de başka hususlarda tam randımanlı çalışması
–neredeyse– imkansız hale gelir..
Oysa
ecelin gizli olması ve insanoğlunun bu dünyayı kesin olarak ne zaman terk
edeceğinin kendisi tarafından bilinmemesi büyük rahatlık sağlar. insanoğlu son
anına kadar çalışır, çaba-lar ve insani rollerini oynamaya devam eder.
Taziyetlerin
sunulması, geleneğinin çok eski bir geçmişe dayandığı muhakkaktır.
Cenaze
sahiplerinin acılarını paylaşıp hafifletme ve bu süreçte rahatlarını sağlama
alanında çaba sarf etmeyle ilgili olarak pek çok Peygamberî tavsiyenin olduğunu
görmekteyiz.
Ancak,
ne yazık ki, bazen bu süreç taziye sahipleri için işkenceye dönüşür.
Mesela,
taziye meclislerinde en çok rastlanılan önemli ve belirgin yanlışlardan bir
tanesi, her gelenin ölenin vefat biçim ve şeklini sorgularcasına gereksiz soru
sormasıdır:
–
“Evet, nasıl oldu? Sonra, olay ne şekilde cereyan etti? Daha sonra ne
oldu?”… gibi sorulara defalarca cevap yetiştirmeye çalışan taziye
sahipleri, taziye süresi boyunca canlı-canlı azap çekerler…
Ehliyetsiz
kimselerin, maksadı aşan “sözde” nasihatleri ise işin cabası…
Taziye
meclislerinde “usulünce”, kısa ve yararlı mesajların verilmesi
elbette istenen, özlenen ve beklenen bir husustur. Ancak, bazen “sazı ele
alan” ve meydanı “boş” zanneden bir kısım na-ehil nasihatçiler
yanlış ve uydurma bilgi ve ibarelerle taziye meclislerini “çekilmez”
hale getirirler. Tıpkı yanlış aşr-ı şerif okuma konusunda kendisini vazifeli ve
zorunlu bilen kimseler gibi; nasihatlerine dayanak yaptığı ibarelerin orijinal
metinlerini “ısrarla” okuyan ve adeta ibareyi “katleden”
nasihatçi taslaklarına da bolca rastlatmak mümkündür.
Oysa verilmek istenen
mesaja ait temel dayanağın “mealen” verilmesi de pekâlâ bu görevi
yerine getirebilir. Geçekten, yanlışta ısrar etmenin hiçbir anlamı yoktur.
Bir
kısım siyasilerin taziye meclislerini adeta siyasi arenaya çevirmesi de ayrı
bir çirkinliktir. Bu hususu taziye meclisinin vakar ve ciddiyetiyle
bağdaştırmak mümkün değildir. En azından, farklı siyasi düşünceye sahip
kimselerin olabileceğini hesaba katarak dikkatli davranmak şarttır. Aksi
davranışlar ise, bir takım acı nezaketsizlikleri beraberinde getirebilir.
Taziye
meclisinde gereğinden fazla oturulması hususu da bazı problemleri doğurur. Okunan
aşr-ı şeriflerin ya da güzel ve akıcı öğütlerin; selam ve fatiha çekme gibi
etkenlerle böldürülmesi de doğru olmayan ve yapılmaması gereken noktalardandır.
Kısacası,
taziye meclislerini birer tebliğ platformu haline getirmek mümkün olduğu gibi;
yanlış tercih ve davranışlarımızla “çekilmez” hale getirmek de
mümkündür.
Taziye
konusunda sünnetten ayrılmamamız dileğiyle…