Cihat Kürkçüoğlu
7 Eylül 2006
Dünyamızdaki toprakların gün geçtikçe kuraklaşması ve çoraklaşması karşısında tarımın ve tarım alanlarının değeri daha da artmış durumda. Yeryüzündeki tarıma elverişli toprakların o/o 40’ının kuraklaşma tehlikesi ile karşı karşıya bulunması 2 milyar kişinin bu durumdan etkilenmesi anlamına geliyor. Ayrıca, yeryüzünün üçte biri, yani 4 milyar hektardan fazla arazi de çölleşme tehdidi karşısında bulunuyor. Hızlı nüfus artışı, tarım alanlarının verimli kullanılmayışı, bu alanların imara açılarak beton yapılara boğdurulması insanlığı gelecekte büyük tehlikelerin bekleyeceği sinyalini şimdiden veriyor. Bilim adamlarının görüşüne göre; çok uzak değil, sadece elli yıl sonra kuraklaşma yüzünden dünyamız toplu göçlere, toplu ölümlere sahne olacak.
Kâhin olmaya gerek yok. şimdiden apaçık “geliyorum” diyen bu büyük tehlike karşısında küresel bir çaba ile dünyayı ağaçlandırmamız, tarım alanlarını verimli kullanmamız gerekiyor. ışin şakası yok. Torunlarımızın bir yudum suya, bir dilim ekmeğe muhtaç olmaması için bunu başarmak zorundayız. ınsan bunun aksini, yani feci sonucu düşünmek dahi istemiyor.
Geçtiğimiz günlerde şanlıurfa’nın merkeze bağlı Konuklu Beldesi’nin imara açılması ile ilgili ıl Genel Meclisi kararının vali Yusuf Yavaşcan’ın imzasına sunulduğunu, tarım alanı içersinde kalan bu imar projesinden vazgeçilmesi konusunda basının, Ziraat Mühendisleri Odası şanlıurfa şubesi’nin ve CHP milletvekili Vedat Melik’in uyarılarının olduğunu medyadan öğrendik.
Bu gelişmelerden sonra, Konuklu Belediyesi’nin 1/25.000 ölçekli çevre düzeni plan değişikliği ile ilgili ıl Genel Meclisi’nin 4 Ağustos 2006 tarih ve 30 sayılı kararı vali Yusuf Yavaşcan tarafından onanmayarak 5302 sayılı yasanın 15. maddesine göre yeniden görüşülmek üzere ıl Genel Meclisi Başkanlığı’na iade edildi.
Umarım tarım alanlarının gelecekteki önemini vurgulayan, yukarıda anlatmaya çalıştığım acı gerçekler ıl Genel Meclis Üyeleri tarafından dikkate alınır ve bu yanlış kararda ısrar edilmemiş olur.
Burada yeri gelmişken, giden valilerimizden Muzaffer Dilek tarafından tarım alanının korunması ile ilgili gerçekleştirilen örnek bir uygulamadan söz etmek istiyorum. şanlıurfa tünellerinin çıkış ağzından başlayıp Germuş Köyü’ne doğru uzayan ıl Özel ıdaresi’ne ait yüzlerce dönümlük arazi o tarihte imara açılmış olmasına karşın, vali Muzaffer Dilek’in önerisi sonucunda ıl Genel Meclisi kararıyla “Cumhuriyet Parkı” ve “şehit Nusret Bey Fidanlığı” olarak düzenlenmiş, o günkü değeri belki 50 trilyon TL.’sına varan bu arazi beton yığınlarına rant uğruna feda edilmemiştir. Vali Dilek bu uygulamasıyla; her şeyin para olmadığını, parkların, yeşil alanların, fidanlıkların, kısacası tarım alanlarının insanların yararlanmasına sunulmasının beton yığınlarından ve paradan daha da önemli olduğunu gözler önüne sermiştir. Kısacası binaların yükseleceği ıl Özel ıdaresi’ne ait bu değerli alanda; zeytinlik, nar, elma gibi yüzlerce meyve ağacından oluşan bir bahçe ve kent halkının dinlenip stres atacağı bölgenin en büyük parkı oluşturulmuştur. Böylece; çevreye, tarım alanının korunmasına ve tüm bunlardan yararlanacak insana paradan fazla önem verilmiştir.
Mimarlar Odası Genel Başkanı ve Cumhuriyet Gazetesi yazarlarından Oktay Ekinci’nin, son bölümü Cumhuriyet Gazetesi’nin 6 Ağustos 2006 tarihli nüshasında yayınlanan 20 bölümlük “Türkiye’de Çöken Tarım” başlıklı yazı dizisi bu konuda önemli, acı ve bir o kadar trajikomik gerçekleri gözler önüne sermesi açısından çok ilginç.
Konumuzla olan çok yakın ilişkisinden dolayı, bu yazı dizisinin “Hükümetin izlediği ‘tarımı gözden çıkarma’ politikalarının en çarpıcı ve “tahripkâr” sonuçları Tarımda ımar Darbeleri” başlıklı son bölümünü, noktasına, virgülüne dokunmadan sizlerle paylaşarak yazıma son vermek istiyorum.
şöyle diyor Sayın Ekinci:
“Hükümetin izlediği “tarımı gözden çıkarma” politikalarının en çarpıcı ve “tahripkâr” sonuçları imar alanında yaşanıyor.
Çünkü, her bir santimi bile yüzlerce, binlerce yılda oluşabilmiş tarımsal toprağın, üzerindeki yapılar tümüyle yıkılsalar bile, “inşaat darbeleri”nden sonra bir daha geri kazanılması neredeyse olanaksız…Sadece Büyükşehirlerin çevrelerindeki tarım alanları değil, kıyılardan yaylalara kadar tarımsal potansiyeli yüksek olan ve hatta birçoğu vasıflı tarım arazileri olarak belirlenmiş ve planlanmış yerler; değişik yasal ve yönetsel yollarla, dahası “yasadışı ama göz yumulan yöntemler”le imara açılıyor. Tarıma karşı bu “dışlama ve terk etme niyetleri”nin, son yıllardaki en vahim örneğini ise “tarımda imar affı” girişimi oluşturuyor.
Hangi bürokratlar ya da “uzmanlar” (!) tarafından hazırlandığı belli olmayan yeni düzenlemenin amacı, tarım arazilerindeki yasadışı ve açıkça işgalci konumunda faaliyet gösteren kaçak sanayi tesislerinin, üzerinde yer aldıkları tarlaları da “tarım dışı alan”a dönüştüren kurallarla ve “para karşılığı”nda ruhsata bağlamak.
Böylece, her türlü “tarım dışı yatırım”ın, hem ucuz arazi, hem de “formalite azlığı” nedeniyle tarım alanlarında gerçekleşmesini yeğleyen yağmacı imar politikalarını ve sonuçlarını “ak”lamak; ödüllendirmek; hatta daha da yaygınlaşmalarına önayak olmak; teşvik etmek…
ışte bu sürecin son 25 yıllık acımasız serüveninden bazı başlıklar:
“Muz yerine motel”
Tarım arazilerinin “daha kazançlı” (!) yatırımlara açılmasının 1980 sonrasındaki ilk büyük hamleleri, Akdeniz bölgesi kıyılarımızdaki “muz ve narenciye bahçeleri”nde gerçekleşti.
Gerek imar planlama yetkilerinin denetimsiz olarak yerelleşmesi, gerekse doğrudan merkezi hükümet planlarıyla “turizmi teşvik” adına başlanan imar uygulamaları sürecinde, öncelikle “yerli muz”un üretim alanları parsellenerek yapılaşma arsalarına dönüştürüldü.
Buna, yine 80’lerin Turgut Özal önderliğindeki “dünya pazarına açılma” politikasıyla iç piyasaya egemen olan ucuz “çikita muz” rekabetinin dayanılmazlığı da eklenince, kıyı yağması tarımsal tahribatla bütünleşerek bugünkü sonuçları yarattı…
Bugün Ege’de ve Akdeniz’de, narenciye ve muz bahçelerini turizm ve tatil siteleri için satmış, ancak parasını kısa sürede tüketerek şimdi o tesislerde işçi olarak çalışan ya da buna razı sayısız insanımız var. Aynı tesisler ise “doğa katliamı”na katkılarıyla yarattıkları betonlaşmanın turizmi bile öldürmesinden ötürü “bunalım” içindeler…
Tüketim ekonomisinin “montaj sanayi”si ile “tarıma duyarsızlığın” politikada “bütünleşmesi” sonucundaki en ünlü örneklerden biri ise Adapazarı’nda yaşandı. TOYOTASA fabrikasının hem “temel” atılmasında; hem de “açılış” törenlerinde her şey vardı; ama “hukuk” yoktu…
ınşaatına izinsiz başlanan fabrikanın vasıflı tarım arazisi üzerinde kurulmasını engelleyen Cumhuriyet yasaları hükümetçe “değiştirilerek” ruhsat olanağı sağlanınca, Ziraat Mühendisleri Odası’nın açılan dava ile bu yeni düzenlemeyle birlikte inşaat izinleri de mahkemece iptal edildi.
Ne var ki yargı kararına rağmen “kaçak tamamlanan” fabrikanın açılışında, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in şu sözü, tarımı dışlayan tarım politikasının da en “anlaşılır” özeti gibiydi…”şimdiye kadar patates yetişen bu tarlada artık otomobil yetişecek”…
“Bostan yerine villalar”
Üst düzey politikalarda işte bu gelişmeler olurken, özellikle ıstanbul başta olmak üzere, kentlerin çeperlerindeki tarım alanları da hızla imara açılarak, kaçak ya da izinli yapılaşmayla “tarlalarda yerleşme bölgeleri”ne dönüştüler.
Kentlerin “bostanları” denebilecek bu alanlarda, yine denetimsiz imar yetkileriyle başta “villa siteleri” olmak üzere lüks konut projeleri yaygınlaşırken, Ege’de Güney Marmara’da aynı süreç zeytinliklerin tatil konutu arazileri şekline getirilmesiyle yaşandı…
O kadar ki örneğin Mudanya’daki arsa komisyoncularının camekânlarına asılan ilanlardaki şu “bilgi”ler bile hala soruşturma konusu yapılmıyor; “Satılık, deniz manzaralı zeytinlikler…”
Tarım Yerine ımar Ülkesi
Tarım alanlarının böylesi bir aymazlık ve keyfilik içinde hemen her türden yapılaşmaya açılması, siyasi çevrelerin yanı sıra, ne yazık ki kimi ekonomi kurmaylarınca (!) da “kalkınma”nın gereği sayılıyor…
Ulusal kalkınmanın, her şeyden önce kuşaktan kuşağa geleceğin güvenceye alınacağı ekonomi-politikalarla gerçekleşmesi; bunun için de ülkenin eşsiz zenginliğini oluşturan tarımsal potansiyelinin “korunarak güçlendirilmesi” gerektiği; aynı kesimlerce “modası geçmiş düşünceler” olarak eleştiriliyor. Bu anlayışın elinde sürdürülen uygulamaların sonucunda da Türkiye’nin hemen tüm bölgelerindeki tarım alanları bugün kaçak ya da yasal “imar arazileri” olarak görülmekteler. Yani Türkiye’yi, “tarımsal bereket” yerine “imar talanı ülkesi” yaptılar.
Toprağa ve toprağına karşı bu denli yabancılaşan, hatta “vefasız”laşan bir toplumun sadece kalkınma politikalarında değil, demokrasiden insan haklarına, bağımsızlıktan ulusal çıkarlara kadar, özünde “erdem” ve “yurtseverlik” gereken tüm alanlarda ne denli “zafiyet”ler içine düşeceğini bugünden ve yaşayarak görmüyor muyuz ?..”
Oktay Ekinci’nin son derece gerçekçi bu görüşlerine katılmamak mümkün mü ?.
Biz de Urfa’da; Karaköprü beldesindeki, Germuş’daki ve Devteşti’ndeki asırlık onlarca fıstık bahçesini, üzüm bağını, tarlaları, bostanları gelecek nesilleri düşünmeden rant uğruna beton binalara kurban etmedik mi ? Bamyasuyu’ndan başlayıp bir yönden Sırrın’a, diğer yönden Beykapısı’na doğru uzayan birinci sınıf tarım alanlarını imara açarak yağmalamadık mı ?
Bu olumsuz uygulamalarla gelecekteki insanları açlığa mahkûm ettiğimizin ve büyük bir vebal altına girdiğimizin bilincinde olmamız, gerekiyor artık.
Peki diyeceksiniz ki, şehirler nasıl gelişsin, binalar nerelere yapılsın ? Binalar ve fabrikalar; Organize Sanayi ve Evren Sanayi bölgelerinde, Akabe’deki TOKı konutlarında olduğu gibi; kayalık, taşlık, çorak arazilere pekâlâ yapılabilir. Oysa ınsan yaşamının olmazsa olmazlarından tarım; ancak tarıma uygun verimli alanlarda yapılabilir.
TEMA Vakfı’nın afişlerindeki “Eğer bugünden el koymadığımız takdirde 30 yıl içersinde verimli torağımız kalmayacak, yiyecek ekmeğimiz, sebzemiz ve meyvemiz de” sloganı Türkiye’nin karşı karşıya olduğu tehlikeyi gözler önüne seriyor ve artık önlem almaları konusunda ilgililere uyarıda bulunuyor.
Unutmayalım 1 santimetreküp toprak 4 milyon yılda oluşuyor.