İbrahim Halil Okuyan
16 Kasım 2006
Afetlerin tabiisinden de, sunisinden de Allah (c.c.) cümlemizi korusun. Ama gün oluyor ki, yazılan başa geliyor. Hem de bakıyorsunuz bir ıl’i, bir beldeyi değil, bir bölgeyi, bir Ülkeyi afet sarmış. Afrika kıtasındaki kuraklık, Marmara bölgesindeki 17 Ağustos 1999 depremi. Ve Ekim sonu ile Kasım başındaki Güneydoğu sel felâketi.. Daha henüz sular çekilmiş değil. Binlerce dönüm arazi su ve çamur deryası. Binlerce ev oturulmaz durumda. Halk aç, kış karşısında çıplak.. Ancak devletin yardımı ile günlük hayatını idame ettirebiliyor. Umut dolu insanlar “Yarın ne olacak…” Endişesi içinde. Tabii afetler nice varlığı böylesine yokluğa çevirebiliyor. Rabbim günahlarımız kadar bizleri cezalandırmasın. Affını esirgemesin. Yoksa halimiz fenadır, akibetimiz korkunçtur. Depremler o kadar değil ama sel felâketlerini meteoroloji Teşkilâtı bazan gerçeğe çok yakın şekilde haber verebiliyor ve “tedbir alınmasını” istiyor, milleti ve ilgilileri uyarıyor. Sonra sel gelince hep bildik manzaralardan kurtulamıyoruz. Kurtulamayız, çünkü korunmanın esasının çok öncelerden yerine getirilmiş olması lâzım. Atalarımız; “Dere yatağına ev yapılmaz..” demişler. Biz dere kenarlarından başlayıp ortasına kadar geldik. Üfürsen uçacak evlerimizi azgın sulara teslim ettik. Felâket olmaz mı? Bu evlerimizdeki yiyecek, giyecek, sandık, sepet ne varsa selin önüne katılmaz mı? Hele bir de uyurken sel gelse aileyi de önüne katıp götürmez mi? Daima “Allah korusun” diyoruz ama kendimizi korumak için ne yapıyoruz.. Çarpık kentleşmeğe göz yuman bizler değil miyiz? Dere yataklarında yuva’lanan biz değil miyiz? Sonra da “Yağmur yağdı böyle oldu” diye yakınıyoruz. O da yakınacak mecalimiz kalmışsa… Deprem de keza öyle.. Japonya’da Richter ölçeğine göre 7-8 lik bir sarsıntı vız gelip geçiyor. Biz de sağlam bir yer bırakmıyor. Meşhur 1939 Erzincan depreminde anlattıklarına göre iki bina zarar görmemiş. Onlar da Alman mühendislerinin inşa ettiği imiş. Koca şehirde biz inşaatlarımızı bu üzücü mukayeseye acı örnek olsun diye mi yapmışız. Ne kadar yazık, ne kadar üzücü. Aynı akibet 1999 Marmara bölgesi depreminde de yaşandı. Merhum Mimar Sinan’ın 500 yıllık Camileri ayakta iken, bizim tek katlı, iki katlı binalar bile patır patır döküldü. Binlerce adam öldü. Yazık değil mi? 1999 Ağustos’undan bu yana fay çatlaklarından, yeni muhtemel depremlerden konuşuyor, senaryolar üretiyoruz, “tedbir tedbir” diyoruz. Tedbir’i belli ama alışılmış huyumuzu terk’edemiyoruz. O günlerden bu yana yapılan binaların hâlâ Yalova’nın meşhur müteahhitdi’nin yaptıklarından pek farkı yok. Hâlâ geniş salonlardaki ara sütûnları ortadan koparma adetimiz yaşıyor. Sonra da “neden bu ev çöktü” diyoruz. Sütûnu kestiğimizi veya temel’e kazma vurduğumuzu unutuyoruz. Depremin tedbiri belli ama yapmıyoruz. Japonya’daki inşaat sanayiinin ne kadarını Türkiye’de uyguluyoruz? Hiç düşündük mü? Okulları, köprüleri, viyadükleri kurtarma adına yaptığımız takviyeler buraları korumağa kâfi gelecek mi? Başta her işimizi sağlam yapabilsek bunlara gerek kalır mı? Dûa’ya ihlâsla, samimiyetle sarılmaktan başka çaremiz yok. “Allâh bize bir akıl-fikir versin ve encamımızı hayr’a tebdil eylesin!…” Diyoruz.