Nejat Karagöz
3 Ekim 2018
Güney
komşumuz Suriye’de yedinci yılına giren savaş ve yıkımın Türkiye’de en çok
hissedildiği şehir şüphesiz Urfa’dır.
Urfa, bir anda nüfusunun dörtte biri kadar bir kalabalığı,
ilkin insani duygu ve düşüncelerle bağrına basmış -veya zorunlu olarak- içeriye
almış bulunuyor. O günkü şartlarda bu insanların gidebilecekleri daha yakın
mesafede bir yer neredeyse yoktu…
Devletimizin doğru dürüst bir göç politikası bulunmuyordu
zira tarihinde bu denli kalabalık bir göçmen kitlesi ile karşılaşılmamış
olduğundan, bu doğrultuda geliştirilmiş bir yönetim stratejisi de haliyle
yoktu…Ve belki de sırf bu sebeple bu konuyu “insanlık ve merhamet” düzlemine
indirgeyenler kasıtlı ve bilinçli olarak ekranları parsellediler aylarca…
Bu insanların yerleştirilmeleri, doyurulmaları, tedavi
edilmeleri ile ilgili keşmekeşin yerini sükunete bırakmasıyla anlaşıldı ki bu
şehir bu sayıda göçmenle baş edemez. Zaten göçmen dediğin bir ülkeden bir
diğerine belli sayıda insanın, kendi ülkelerindeki sosyal, fiziki ve/veya
ekonomik şartların kötüleşmesi nedeniyle göç etmesidir. Oysa Urfa, adeta istila
edildi. Nüfusunun yarısı Suriyeli ve göçmen gibi değil, kiracı gibi, dahası, bu
toprakların sahibi gibiler…
Evet, ülkelerinde bir insanlık dramı yaşandığı yadsınamaz.
Ama bu insanlık dramının mağdurları, çok kısa zamanda Urfa’nın sakin hayatına
adapte oldular. Oldular olmasına ama, o sükûnet de yerini bir eğlenceye, bir
cümbüşe, bir başka keşmekeşe bırakıverdi tez zamanda… Bu şehirdeki eğlence
mekanlarının yarıdan fazlası onların işletmesi altındadır…
Kendi ülkelerinden kaçarken birlikte getirdikleri örf-adet,
gelenek, ahlaki ve sosyal yapı anlayışını burada biraz da cilalayarak
pazarlamayı başaran bu güruhun, buradaki ucuz ve kolay ama bir o kadar kural
dışı bir “eğlenceye” düşkünlüğünü keşfetmeleri hiç zor olmadı. Bir kesimin
mecburiyet atfettiği, bir başka kesimin şiddetle eleştirdiği bu düşük profilli
ahlak anlayış ve yapısı burada da tez zamanda zemin bulmuş oldu ne yazık ki…
Ticaret hayatımız da bu kabuk değişiminden elbette payını
alacaktı. Giderek tabelalarımızın, çarşı pazarın dili Arapçaya tebdil oldu.
Sokakta yürüyen her üç kişiden biri Arapça konuşuyordu çünkü…
Türkiye’nin en fakir şehirlerinden biri olan bu şehri,
Suriye’nin de en fakir tabakasından göçmenler istila etmişti.
Bunun sonucu olarak ekonomik hayat giderek performans
kaybetmeye, hemen her alanda ama özellikle iş gücü piyasasında amansız,
acımasız bir haksız rekabet boy göstermeye başlamıştı.
Giderek, bu göçmen nüfusun elinde belli bir miktar parası
olan kesim, batı illerini tercih edip, oralara yerleşmeye başladı. Burada
kalanlarınsa ekonomik güçsüzlüğü, bizimkiyle çarpılınca ortaya kocaman mali ve
maddi sorunlar çıkmaya başladı.
Bunun yanı sıra; yerli halkın özellikle fakir fukaranın
ulaşamadığı kadar rahat sağlık hizmeti, eğitim hizmeti, vergi muafiyeti, hemen
her türlü cezai yaptırımlardan bağışıklık ve üstüne de cep harçlığı; bu
toprakların muhtaç insanlarından esirgenmiş olan ne varsa bu mültecilere sonuna
kadar sunulmuş rahatları temin edilmiştir. Bu, sigortalı ve/veya emekli olsun,
bizim insanımız tedaviye ücret farkı, muayene ücreti farkı, ilaç katılım payı
vermeden ulaşamadığı sağlık hizmetlerine bu mültecilerin (!) kolayca
erişebilmeleri bir süre sonra tepki çekmeye başlamıştır. Günümüzde gelinen
noktada bu hoşnutsuzluğun izlerini arayacağız.
Konuya devam edeceğiz…