Mahmut Çepoğlu
26 Nisan 2006
Kapı çalmak, zil çalmak, ağza bal çalmak…. Çalmak, birde çocuklar arasında mizah konusu yapılır. Hırsız eve gelince neyi çalmaz? sorusuna karşılık öyle kolay kolay gelmez… “Kapı zili” kimin aklında. Öteden beri evlere gizlice giren ve eşya çalan yaratıklar bilirdik. Onların ne tür şeyler olduğunu bilmezdik. Kısaca onlara “hırsız” derdik. Çocuk aklıyla hırsızları eli bıçaklı, gözü kanlı, eli kolu demirden, acayip yüzlü yaratıklar olarak tahayyül ederdik. Onları görmemek içinde, çocukluk bu ya; kalbimiz küt küt çarpar, korkudan gözlerimizi kapar uykuya dalardık. Hırsızların insan olduklarını geç olmadan öğrendik. Çocukların en büyük korkusu hırsızlardı. Dolayısıyla “Uyu hırsız gelir. Uyumazsan seni hırsıza veririz” gibi sözlerle bizleri korkuturlardı. Zamanla hırsızlık sıradan bir iş gibi oldu… Elleri kolları öyle değilse bile vicdanları demirden, kömürden olduğunu söyleyebiliriz. Yaptıkları bütün olaylarda da arkalarında kan bırakarak gidiyorlar. Bu gün hırsızlığın çok tehlikeli boyutlara vardığını da görmek mümkün… Bu fıkrayı duymayan, bilmeyen yoktur, sanırım. Ama yinede yazmada fayda umuyorum. Çocuk eve her gün bir yumurta getirir. Annesi sevinir, oğlunun başını okşar, yemek yapıp oğluyla beraber yemeye başlar. Çocuk biraz büyüyünce, yumurta yerine kümeslerden tavuk getirmeye başlar. Annesi yine onu okşar sever, “aferinlerle” oğlunu ödüllendirir. Nihayet bir gün koyun çalarken yakalanır ve annesi dövünmeye başlar. Çocuk yumurta çalarken bilmiyordu ama büyüyünce hırsızlığı öğrenmiştir. Akıl başına gelmiş, ama iş işten geçmiştir, artık. Annesinin dövünmesine aldırmayıp; “Anne..! Ben eve yumurta getirdiğim zaman sevinmeyip, ağlasaydın, bana kızmış olsaydın bu gün kendini dövünmezdin” der. Sonraları evlere dadanıp, ağır yükte hafif eşyaları çalanlar var ise de, kimi hırsızlıkları çoğu kimse kendi evinde, gizlice elektrik çalarken, çalıştığı dairede de, sahte fatura ve ufak tefek hediye alarak başladılar. “Minareyi çalan kılıfını hazırlar” misali herkes kendi yaptığına bir kılıf hazırlıyordu. Hatta dini gerekçelerini de söylemeden edemiyor, tüyü bitmemiş yetimin, öksüzün hakkını bile bile gasp ediyorlardı. Yakalananlara cezalar kesildi, davalar açıldı, mahkemeler kuruldu, netice alınmayınca, ”ben niçin yapmayayım” gibi mübah olmaya başladı. Çöküntü başıboşluk almış başını gidiyor. “Haram” denilmesine rağmen hırsızlık “almak, araklamak, uçurmak” denilip daha da cazip hale gelmeye başladı. Arkadaşlar arasında gülüşmelere, eğlenmelere kadar vardırılır. Kimileri bunu hobi yaptı, kimileri meslek etti, kimileri daha büyüğünü yaptı, hep yapmaz göründü. Kimileri o heyecanı yaşamak için bir şeyler yapıp zevklerini tatmin etti. Küçüğü yapılınca insanlar arasında hakaret gördü, aşağılandı, tartaklandı. Büyüğü yapılınca insanlar arasında rağbet gördü. Değeri bir kat daha arttı. Toplumun önderi oldu. “Körle yatan şaşı kalkar” misali bir “çalma, çırpma ya da uçurma” aldı başını gitti. Varislerin bıraktığı miras gibi birileri birilerinden devir alıyordu. Öğretmenler sınıftaki kalem defter, silgi “araklayan” öğrencilerin ruhsal dosyasına “ufak tefek şeyleri çalama hevesi var” diye, not düşerek çocuğun hayatını kararttığının farkında değildir. Bunun yanlış olduğunu, doğruları öğretmeden suçlamaya hakkı olmadığını bilmelidir. Peki; bina yapımından yol yapımına kadar, ihalelerde, inşaatlarda, su içmemizden yememize kadar, iş yapımızdan bankalara kadar daha ismini saymadığım bir çok meslekte çok büyük hırsızlıklar yapıldığını görüyor, biliyoruz. Hiçbir zaman kimsenin dosyasına hırsızlık diye geçmediği gibi onların ruhsal dosyalarına baksanız, hepside temiz aileye mensup çocuklar olduğunu, ılkokuldan başlayarak süren eğitimleri sırasında tutulan ruhsal dosyaları pırıl pırıldır. Üstelik her ihalede kabarık dosyalar incelenir “eksiği yok” diye yeşil çizgiyle işaretlenir.. Yolsuzluk, hortumlama, köşe dönmecelere hep gülündü. Bir sanat, bir marifet gibi herkes yapmaya başladı. Bir zamanlar “devletin malı deniz yeyen domuz” deyip devletin malını yemek için ağır suçlama getirenler, daha sonra bunu yumuşatıp “devletin malı deniz yemeyen keriz” deyip insanları teşvik ettiler. Hiç kimse “keriz” olmak istemez ya!. Metropol kentlerde fabrikalar, kırsal alanda drenaj kuyuları çalıntı bedellerini hep sade vatandaşın cebinden çıkmakta. Çözüm aramaya devam edelim. Ama tek çözümünde insanların devlete inanması ve devlete sahip çıkmasıdır. Devletsiz insan olmayacağına göre, devleti ayakta tutan maddi kaynaklara zarar vermememiz gerektiğini bilmemizde fayda vardır.