Cüneyt Gökçe
21 Kasım 2008
Köyümüz ilk kez bir öğretmenle tanışıyordu. Zaten okulumuz da o yıl yeni açılmıştı. Herkeste bir heyecan; ama gerçekten tarifi imkansız tatlı bir heyecan vardı. Köyün çocukları “okullu” olcak; köylü de bir “öğretmen” ile karşılaşacaktı: Mehmet Ülkü.
Meğerse bizim için bir “ilk” olduğu gibi; öğretmenimiz için de bir “ilk” idi. Köyümüz onun ilk görev yeriydi. Köy çocuklarından tek kelime Türkçe bilen, bir tek kişi olmadığı gibi; öğretmenimiz de tek kelime Kürtçe bilmiyordu. İlk bakışta çok derin bir iletişimsizlik nedeni gibi görünen bu durum hiç sorun olmadı.
O azimliydi, başaracağına inanmıştı. Ya başaracak ya da başaracaktı. Öyle ya; birilerinin fedakarlık yapması gerekiyordu ve bizim açımızdan bu şeref ilk kez ona nasip oldu. Sebat ve metanetle; iğne ile kuyu kazma dayanıklılığı içerisinde kolları sıvadı ve kısa sürede hepimizin gönlünde yer almayı başardı. Bekar alan delikanlı öğretmenimiz, köyümüze annesi ile birlikte gelmişti. Zaten küçük yaşta babasını kaybettiği için annesi; onun hem annesi hem de babası rolünü üstlenmişti.
Bizi öncelikli olarak etkileyen davranışı annesine karşı olan olağanüstü saygısıydı. Öyle candan “ana” diyordu ki, Türkçe kelimelerden ilk kez öğrendiklerimizin arasında bu gizemli sözcük bulunuyordu: “Ana”… Hatta çoğumuz “Ana, diya mıellim”; yani öğretmenimizin annesi olan “ana” diyordu. Gerçek ismini bilmez; adının “ana” olduğunu zannederdik: “Öğretmenimizin annesi olan ‘ana’”
Ta Kayseri’nin Gesi kasabasına bağlı Kayabağ köyünden, Mardin’in Nusaybin ilçesine bağlı Kemine köyüne gelmeyi hiç yadırgamamışlardı. ‘Vatanın her köşesi hizmet edilmeye değer’ anlayışını taşıyorlardı. Hatta bizim yöreye gelmekten o kadar hoşnut idiler ki, kısa sürede köylüyle kaynaşmışlardı. Çünkü, isteyerek; aşkla şevkle çalışıyor; insanlığa hizmet etmeyi kutsal bir görev olarak değerlendiriyorlardı.
Önce, sırayla köyün bütün evlerini dolaşarak, okul çağına yeni girmiş bizim kuşağı kaydetti. Ardından ikinci bir tur yaparak yaşı geçmiş olanları da listesine dahil etti. Tam Kırk beş öğrenci kaydetmeyi başarmıştı. Konuştuklarımızı anlamasa bile gözlerimizi okuyor, meramımızı anlıyor ve hal diliyle iletişim kurmaya çalışıyordu. Eğitimimize çok önem veren öğretmenimiz, neredeyse günlük yirmi dört saatini bizim için harcıyordu. Sınıfımızın her tarafına, mevcut eşyaların isimlerini yazıp yapıştırmıştı. Tanıştığımız eşyaları artık ismen öğrenecektik. Sınıfa girdiğimizde ilk etapta kartonlara yazılıp ilgili yerlere yapıştırılmış şu sözcükler dikkatimizi çekiyordu: Duvar, kapı, pencere, cam, tahta, masa, sıra… Bu sözcükleri ilk kez öğretmenimizin ağzından duyacaktık.
Öğretmenimizin o zamanlar çok sıkıntı çektiğini şimdi daha iyi anlıyorum. İlk olmak kolay değildi. Su, taşıma usulü; aydınlatma, gaz lambası ile; ısınma zor tutuşan soba ile sağlanıyordu… Bunların tamamını da öğretmenimiz organize ediyordu. Hiç Türkçe bilmeyişimiz de işin cabası. Bir taraftan dillerini bilmediği insanlara yepyeni bir dil öğretmek; diğer taraftan ilk kez kalem ile tanışan bir topluluğa okuma-yazma öğretmek… Gerçekten çok zordu. Sabır ve metanet gerekiyordu.
İki yılını doldurup köyden ayrıldığında onu otuz beş kilometre uzaklıktaki ilçeye kadar uğurlamıştık. Hatta, ayrılığına çok üzüldüğümüzden dolayı yol boyu aralıksız ağladığımı hiç unutamıyorum.
İkinci yılın sonunda öğretmenimiz ayrıldığında geriye okumayı yazmayı ve Türkçe konuşmayı mükemmel öğrenmiş bir sınıf bıraktı. Hatta sadece öğrenciler değil; köyün pekçok delikanlısı da onun vasıtasıyla bu zorunlu ihtiyaçlarını elde etti.
Aradan, yaklaşık kırk yıl geçmesine rağmen öğretmenimle irtibatım devam ediyor.
Sonsuz saygılar, canım öğretmenim!