Bülent Okutan
25 Aralık 2008
Neredeyse otuz yıla yakın memuriyeti sona ermişti işte. Gururluydu. Çünkü kurumunun zirvesinde jübilesini yapmıştı. Artık eş-dost-çevre ondan bahsederken İcra Müdürü Emeklisi Sinan diyecekti.
Takvimler 1982 yılını gösterirken henüz ülkede darbenin izleri silinmemişti. Kenan Paşa baştaydı. İlk aylar günlerini bol bol gezip, siyah-beyaz tek kanallı televizyonun önünde sıkıyönetim bildirilerini dinleyerek geçirdi. Ama o çalışmaya aşıktı, hem de bir masanın ardında. Zaman zaman iç geçirip hayıflanmadı da değildi emekli oluşuna. Bir akşam üstü kafası yine o karmaşık duygularla yüklü eve dönerken, Valiliğin karşısında ki binanın giriş katının boş olduğunu fark etti. O günlerde tüm resmi kurumlar Vilayet binasında ve çevresindeydi. Kendi İcra Müdürlüğü de dahil. Bitişikteki fotoğrafçıya yöneldi. Bilse bilse o bilirdi komşu dükkanın durumunu. Kısa bir selam sabahtan sonra beklediği cevabı alarak ayrıldı işyerinden. Evet orası kiralıktı. Sabah erkenden uyanıp mal sahibine ulaştı. O yıllarda bir müdür emeklisinin dükkan kiralaması kadar kolay bir şey yoktu. Bütün Urfa tanırdı zaten kendisini.
Kiralama işlemini gerçekleştirdikten sonra anahtarları cebine koydu. Yeni işyerinin yanıbaşında ki Konak Kahvesinde içtiği çayın ardından Karameydanı’na doğru inmeye başladı. Yürümüyor sanki koşuyordu. Memuriyete başladığı 1950’li yılların heyecanı vardı içinde. Şehrin tek ofis malzemesi satan acentesindeydi. Acenta sahibi yakın dostuna durumu anlatıp, beğendiği masa, koltuk sümen takımını pazarlıksız alarak, birde daktilo siparişi verdi. Hem de Facıt Marka.
Hafta geçmeden Arzuhale hazır olmuştu. Artık Arzuhalciydi. Yılların birikimi ile işe koyuldu. İlk birkaç yıl işinin yoğunluğu ona emekliliğini unutturmuştu. Ama unutulmaması gereken bir şeylerde ufak ufak kendini hissettirir olmuştu. Çocuklar büyüyor ve emekli bürokrat babalarına özenerek hepsi sonuna kadar okumak istiyordu. Devlet maiyetinde bulunma ideali ile. Bir sabah kilidi çevirip içeri girdiğinde, sanki ilk defa görüyormuşcasına inceledi küçük yazıhanesini. Ortadaki üstü mavi çelik masa, koyu yeşil derili koltuğu ve masanın üstündeki gri daktilo ile çok çıplak geldi ortam ona. Ve kafasında sorular şimşek hızı ile çakışmaya başladı. Neden olmasındı ki?
Kolları sıvadı ve boş duvarları raflarla donattı. Bir kırtasiye dükkanı açmayı kafasına koymuştu. Arzuhalciliğini yapmaya engel değildi bu. İlk fırsatta kenara koyduğu emekli ikramiyesini de yanına alarak, önce Antep, ardından Adana’ya gitti. Koliler dolusu zarf, kağıt, kalem, matbuatla Urfa Otogarına indiğinde içi içine sığmıyordu.
İki gününü aldıklarını özenle raflara yerleştirmekle geçirdi. O daha rafları düzenlerken müşterileri kapıdan girip alış veriş talebinde bulunmaya başlamışlardı bile.
Yıllar yılları kovaladı. Sıcak bir yaz sabahı oğullarından Fahri bu kez müjdeyi verdi babasına. O da yüksek okul kazanmıştı, diğer altı kardeşi gibi. Gencecik fidanları birer ikişer uçuyordu yuvadan tahsil uğruna. Yalnız kalırsa napardı, yaş kemale eriyordu artık, mal almaya nasıl giderdi, dükkanı kime emanet ederdi ki?
O yoğunluk arasında Cahit’te ki sessizliği, durgunluğu fark etti. Hiçbir talebi yoktu Cahit’in. O sessizliğin ve duruşun asaleti daha sonra çözüldü yaşlı beyninde. Cahit kendini feda etmeye kararlıydı. Birinin tahsilinden feragat edip, kendisine yardım etmesi gerekliliği hasıldı. Ve bunun farkına varıp kendisini feda edecek de belli ki Cahit’ti. Üstelik bu karar tümüyle ona aitti. Saygı duydu oğlunun bu düşüncesine ve elele kafa kafaya verip işi birkaç yıl birlikte canla başla sürdürdüler. Onlar gecelerini gündüzlerine katıp çalışırken on kardeşten ikisi Ziraat Yüksek Mühendisi, biri Öğretim Görevlisi, üçü öğretmen olmuştu.
90’lı yıllar gelmişti artık. İcra Müdürü emeklisi Sinan Amcanın bayrağı da teslim zamanı. Neredeyse tümü yüksek tahsilli çocuklarını bir araya toplayarak düşüncesini açıkladı. Sonrasında atkısını boynuna takıp, kar yağdı desenli paltosunu giyerek dükkandan çıkıp ağır adımlarla Bahçelievler’deki evine doğru yürümeye başladı, ardına bakmadan.
Her biri birer meslek sahibi olmuş Büyükkılıç kardeşler yılların emeği ile dopdolu kırtasiye rafları arasında bir an yalnızlığı hissettiler yüreklerinde. Vilayetin önündeki kaldırımda, başında kasketi, elleri paltosunun cebinde ağır ağır yürüyen babalarını izlediler, vefa borçlu, yaş dolu göz bebekleri ile.
Çabuk silkindiler rehavetten. Artık çalışma sırası onlardaydı. Ağabey Cahit mal almak için Antebe gitmişti. İlk Salih söz aldı;
-Bakın marka olup bu kentte ticaret yapacaksak önce bir adımız olmalı. Önce işin adı konmalı. Hepimiz okuduk, Cahit ağabeyim biz okuyalım diye çalıştı. Bu dükkanın adı ‘Cahit Kırtasiye’ olmalı bana göre. Kabul ediyorsanız hemen tabelayı yaptırıp işe koyulalım.
Ve o gün Cahit Kırtasiye doğdu. Marka şehir Urfa’nın, hakim olan tekstil ve gıda sektörlerinin önüne geçip, onların dar ufuklarına inat.
Yıl 2008. Cahit Kırtasiye ticaretten, sosyal etkinliklere kadar her şeye damgasını vurmuş durumdadır artık. Bu kentte Cahit Kırtasiyeyi bilmeyen kimse olmadığı gibi, o kırmızı-siyah-beyaz motifli poşetin girmediği okulda yoktur, evde…
Bu gerçeğine yakın mizansen ise büyük bir azim, başarı ve özveri öyküsüdür. Hepinizin benim kadar bildiği.
Sizleri kutluyorum. Başta İcra Müdürü Emeklisi Sinan Amca olmak üzere, Sevgili Büyükkılıç’lar…
Ve seni Cahit. Keşke bende zor şartlarda okusaydım, bunu senin gibi bir kardeşin, ağabeyin özverisi ile gerçekleştirseydim, minnet duysaydım… Adını da onların sonrasında yaptığı gibi bu memleketin taşına toprağına yazsaydım. Ne mutlu o kardeşlere ve sana…
Allah başarınızı daim kılıp, yolunuzu açık etsin…
(*)Arzuhal: İstek-Dilekçe demek.