Mahmut Çepoğlu
15 Kasım 2006
Yeryüzünde gökyüzünde gelmiş geçmiş bütün seslerin varlığından bahsedilir. Ben bilimsel anlatımdan ziyade, yeryüzünde yaşayan, ancak kendini ifade edemeyen susturulmuş seslerin sesi ile yazımı seslendirmek istiyorum. Her sesin bir şey anlatmak istediği kadar her sessizliğinde bir sesi olduğu gerçeği inkar edilemez. Önce; rüzgarın, yağmurun, şimşeğin, gök gürültüsünün sesi oluştu. Ardından tüm hayvanlar, insanlar arasından sesler duyulmaya başlandı. Ama seslerin en güzeli “su sesi, kadın sesi, para sesi” olarak insanlar arasında kabul edilmiş. Gerçeği öyle mi? Sorusuna herkes bildiğince cevap verir Düşündüm de; seslerin sessizliğine akıl erdiremeyenlerin seslerini duymak için yazmak lazımdı… Etrafımızda o kadar sessiz çoğunluklar var ki; onları duyduğumuz halde onları duymazlıktan gelmemizin acısını tahmin etmek mümkün değil. Sesler nasıl sessizliğe boğulur. Sesler nasıl insanların duymasına rağmen sessizlik olur. Sessizliğin sesi nasıl gürleşir, bir çığlığa dönüşür. Yada nasıl susturulur? Hep düşündüm. Kadim tarihin sevdasından seslenen sesler nasıl duyuldu, geldi bu güne kadar. Savaş davulu çalanların, yamyamların tamtamına özenenlerin, amansız savaşların çığırtkanlığını yapanların, tarih ve soy adına yol kesip kılıç sallayanların, mızrak atanların seslerinden vuku bulan kan rüzgarının esişini dinlemenin sıkıntısını, sancısını, acısını, elemini, kederini çekiyorum. Varlığı, yokluğu anlatan sesler. Bir nehrin akışı, suların çağlayışı, rüzgarın esmesi hep seslenişleri taşır bağırın da. Güneşin, aydınlığın, karanlığın, sıcaklığın, soğukluğun getirdiği sesler… Ferahlığın, güzelliğin, uysallığın, sevginin, aşkın sesleri… Hep taşınmış geçmişten bu günlere, dünden bu güne, bu günden yarına. Sesler taşımış sesleri de biz bihaber kalmışız. Yüreğimizi karartan, beynimizi bulandıran, kanımızı donduran sesler var olmuş, avaza, çığlığa dönüşen, doğuştan bu güne … Hiç cevap olmamışız, direnmemişiz, birebir kapılıp gitmişiz kaybolmuşuz nice seslerin içinde… Deniz, nehir, dalga, dere, pınar, çay, kaynak, çağlayanların seslerini dinlemez duyarız. Dinlemeye fırsatımız yok. Oysa yalnızlığımıza ortak seslerdir. Mutluluğumuza mutluluk katan, yalnızlığımızı bölüşen sesler olmuşlardır bunlar hep. Kaya, taş, toprak, dal, budak, ağaç, çiçek, sümbül hep sesle var oldular, hep sesleri ile dinletirler bizi. Kaç kez şehrin gürültüsünden çıkıp bu sesleri dinlemek için kırlara, yamaçlara, ormanlara, dağlara attık kendimizi. Biz köleleştirilmişiz farkında değiliz. Kölelikten kurtulma çabası adına yine aynı girdapta olduğumuzu fark etmiyoruz. şehrin, büyük binaların, paranın, yoğun trafiğin, stresin kölesi olmuşuz da görmezden geliriz. Özgürlüğün sesini duymanın dağlardan, kırlardan, ormanlardan başka mümkün olmadığını bildiğimiz halde. Onun için kuşlar hep özgürdürler, onlara özenmek sesi gelir içimizden hep… Kuşlar; güvercin, serçe, kırlangıç, turna, baykuş, şahin, doğan, kartal, ördek, kaz, hindi, horoz, tavuk daha tanımadığım, görmediğim ismini bilmediğim nicesinin sesi hoş geldiği kadar, bunların büyük korkusu olan seslerde hep var olmuştur…Yırtıcı hayvanlar; aslan, kaplan, tilki, çakal, kurt, sırtlan, ayı, köpek seslerine nasıl dayanılır. Ormanların, korulukların, bahçelerin, bağların, sazlıkların derinliğinde. Börtü-böceğin, kelebeğin, arı vınlamasının yanında korkunun, ölümün, ecelin, Azraillin ayak sesleri. Bazen ruhumuzu dinlendirmek için oralara sığınırken alevlerle çatırdayan, boy boy devrilen ağaçlardan, kaçışarak, kurtuluşa eremeyen yakarışların seslerini nedense hiç duymayız.