Bülent Okutan
15 Ekim 2007
Gabar Dağı’nın zirvesi şapka düşüren cinstendi. Hani şu başını kaldırınca tepesi görünmeyenlerden. Kazım hiçte alışık değildi böyle manzaralara. Eeee ne de olsa koskoca bir ovanın ortasında büyümüştü. Bildiği en büyük tepe Beşat köyünün az ilerisindeki kazı bekleyen höyüktü. O da en fazla 30 metre falan yüksekliğindeydi. Kendini bildi bileli gelip kazacaklardı orayı, ama olmamıştı ne gelen ne giden. O höyüktepe de çocukluğundan beri kendiside dahil bütün köy çocuklarının gözünde devasa bir dağ gibi kalmıştı. Gabar Dağı’nın eteklerini inerken gözü Mehmet’i aradı. Hemşerisi Mehmet’i. O da Urfalıydı. Onsekiz kişilik timde iki hemşeriydiler. Bolu’dan beraber gelmişlerdi. Mehmet okumuştu, hatta bildiği kadar hala da okuyordu hem de yüksek tahsil türünden. Aha işte az ilerdeydi. Öndeki beş kişilik grupta dere yatağını geçiyordu. Sanki anıldığını hissetmiş gibi Mehmet geriye bir bakış fırlattı ve gözleri kesişti Kazım ile. Kazım’ın Harran güneşi altında kavrulmuş koyu tenli yüzünün kısık gözleri ışıldadı bir an. G-1’i soluna alıp sağ elini kaldırdı Mehmet’in baktığını görünce. ıçi bir hoş oldu. Kolaymıy dı o zor coğrafyada onsekiz de iki olmak. Sanki iki kardeş gibi. Gerçi hoş hepsi artık kardeş gibiydiler ya Mehmet ile Kazım’ın durumu bir farklıydı. Hemşoydular.
Kazım’ın aklına köy kahvesinde ki muhabbet geldi bir an. Hani o vatan borcu yolculuğu öncesi yapılan muhabbet. Henüz yeri yurdu belli değildi. Muhtar ısa’nın kardeşi Sait bilgiç bilgiç konuşmuştu;
-‘Doğuluları batıya veriyorlar. Kazım’da batıya gider’ demişti.
En batıya Bolu’ya gitmişti. Birde dağ komandosu olmuştu. Bildiği tek dağ Köroğlu’na , Karacaoğlan’a inat köyün höyüklü tepesiydi. Ama olsundu. Batıdaydı. Ta ki o emre kadar. Doğu yine karışmıştı onlara ihtiyaç vardı. şırnak çıkmıştı emirde. Kendisine göre doğunun doğusu yani. Yirmi otobüsle yola çıktıklarında içinde garip duygular taşıyan bir yürek vardı. Otobüs onu doğuya, o da o yüreği, yaşadığı topraklara taşıyordu.
Vatanın her karış toprağı aynıydı. Ha Harran, Ha şırnak. Eve de beş saat uzaktaydı. Daha iyi ya. Urfa’yı gece geçmişlerdi polis escortları ile. Abide kavşağında yön levhalarına takıldı gözü bir an. Her yön mavi Harran’ı gösteren levha ise sarıydı. ıçinden haykırmak geldi o sarı sevdalara.
Ve karanlık E-90’da kayboldu konvoy, tüm çığlıkları yutarak.Artık doğunun doğusundaydı kendince.
Kepini kaşlarına kadar indirdi. Gabar’ı geçmek üzereydiler. Görev neredeyse tamamdı. Onlar koruyucu birlikti. Arkadaşları herhalde tümene varıp iftar sofrasına oturmuştu bile. Biraz sonra onlarda tümendeydi zaten. Yirmi gün kalmıştı terhise. Ne ki, biterdi göz açıp kapayana kadar. Belki bu son görevdi. Güneş ile Zehra artık iyiden iyiye gözünde tütüyordu.
Saatler 14.30’u gösterirken birlik son boğaza vardı. Kepi sıkmıştı ve terletmişti. Bir an duraladı. Lacivert Kırmızı armalı jandarma şapkasını çıkarıp soluklandı. Eliyle alnındaki terleri silerken başını kaldırıp gözlerini Gabar’ın zirvesine dikti. Garip bir sessizlik vardı. Karşıdaki yamaçta parlayan bir metalin yansıması şimşek gibi çakıldı kahverengi gözlerinin bebeğine. Ve ardından kulak uğuldatan o gürültü başladı. ılk bomba sağına düşmüştü. Mehmet oradaydı. Kendini yere atarken toz bulutu arasında hemşerisini aradı kısık gözleri ile.Göremedi. ıkinci el bombası görüş seviyesini çoktan sıfıra ,indirmişti. O anda eli böğrüne gitti. Kurşunu yemişti. Bir diğer mermi göğsüne değdiğinde gözleri Gabar’ın zirvesine kilitlendi. Gördüğü göreceği o en yüksek dağın tepesine.
Fatma kayınvalidesi Zeliha’dan aldığı bazlamaçları(yufka)başının üstünde taşımıştı eve. Suyu da öyle taşırdı tenekede. Eeeee Harran’dı bu, suya hasret. Onlarda ekmeğe. Az kalmıştı hasretlerin bitimine, Yirmi gün sonra Kazım gelince sıkıntısı yarı yarıya azalacaktı nasıl olsa. Yarıcılık yapacaktı asker kocası.Pamuk ekeceklerdi ağanın ıstanbul’da yaşayan yeğeni Bekir’in tarlasında. Eve girerken sürmeli gözleri o tarlaya takıldı bir an. Nadastaydı iki yıldır orası. Koyu kahve bereket fışkıracak o toprak sanki onları çağırıyordu. Beklesindi, Kazım nasıl olsa gelecekti
Başının üstünde ki bazlamaçları yere serdiği örtünün üstüne koydu. ıftara az kalmıştı. Bakır tastaki suyu parmakları ile alıp ekmeğe serpiştirirken Zehra ile Güneş yanı başında bitiverdi. Yalınayaktılar. Bir çırpıda doğruldu. Kerpiç duvardaki dolabı açıp eline geçen iki minik çorabı, iki minik bebişinin ayaklarına geçirdi. Yırtık ve deliktiler. Olsundu. Az kalmıştı. Kazım gelince yepyeni çoraplarda nasıl olsa alınırdı.
Güneş’in çorabını henüz giydirmişti ki evin önünde duran askeri aracı fark etti. Kapıda bir hareketlilik vardı. Güneş ile Zehra’yı, suladığı bazlamaçların önüne taşıdı. Kopardığı birer parça ekmeğide, avuçlarına sıkıştırıp kapıya yöneldi.
Muhtarda oradaydı. Türkçe bilmiyorduki anlasın. Eşikteki subayın gözlerinde bir hüzün vardı. Gözlerini o hüzünden kaçırıp Muhtara baktı, bir umut . Muhtar ısa’nın dudaklarından arapça kelimeler dökülürken, o da kapı aralığına yığılıp kaldı.
RUHUNUZ şAD OLSUN GABAR şEHıTLERı….