Mahmut Çepoğlu
1 Ekim 2007
Kültürel bir birikim olan fıkraların insanlar arasındaki muhabbetin yoğunlaşmasına neden olduğunu inkâr etmek mümkün değildir. ınsanlar arasında ki sevgi bağını kurulmasına neden olan iki yakayı birleştiren bir köprü gibidirler. Fıkralar tüm semavi dinlerde, kutsal kitaplarda fıkralara, kıssadan hisselere rastlanmaktadır.
Yüreğin derinliğinde saklı gizleri sergilemeye fırsattır fıkralar. ınsanların ruhlarındaki saldırganlık dürtüsünü ancak şen şakrak gülüşler, muhabbetten ders alarak, sevgiyle yoğunlaşarak atabilir. Tarihi süreç içinde fıkraların geçmişine baktığımız da öyle küçümsenecek yıllar değildir.
Madem fıkralar düşündürüyor, madem fıkralar kısa ve özlü sözlerdir. O zaman tarihin derinliğinden gelen inceleme ve araştırmalar üzerinde dikkatlice yoğunlaşmamız gerekir. Fıkraları ile bölgemizin topraklarını, insanlarını şenlendirenler Sümerlerdir. Kültür ve medeniyetlerini kil tabletlere nakşederek günümüze kadar gelmesini başarmışlardır. Sümerler de ki fıkra, fabıl, ve anlamlı sözler bugün anlatılanların aynısı olduğunu görünce şaşırmamak elde değil.
Medeniyetlerin beşiği olan Mezopotamya, fıkraların hazinesidir. Bu kadar kültürün kaynaşması, uygarlıkların renk bulduğu bu topraklarda fıkralar hep var olmuştur. Okuyup yazanların olduğu kadar, dinleyerek büyüyen her insanın bazı sorumlulukları vardır. Herkes dini vecibeleri gibi milli vecibelerini de yerine getirmek zorundadır. Örf, adet, gelenek yaşam ve çevreyle gelen güzellikleri sentezleştirmek mecburiyeti vardır.
Sosyolojik bir olgu olan fıkralar, oyunlar, bilmeceler, fabıllar hepsi yaşantımızdan bir parçadır. Elbette biz fıkralar sayesinde kurtulmayacağız, neticede sosyal bir olgudur. Huzurlu bir toplum yaratmada önemli bir etken olacağından, insanların değişim ve dönüşümünde yarar sağlayacağına inanıyorum.
Her ilin, her ilçenin, her topluluğun, her mesleğin kendine göre fıkraları var. Dolaysıyla insanlarımızın kültürlerinde yaşayan birde ramazan fıkraları vardır. Benim duyduğum ve hatırladığım ramazan fıkralarını sizlerle bölüşmek istedim.
Bizim Urfalı Ramazan Ayı’nın gelmesiyle sahura kalkar, güzelce karnını doyurur. Gün doğup çarşıya çıkar. “Oruç tutuyor musun ?” diye soran birisine “yok” der. Peki sahura kalkıyor musun?” sorusuna bizim ki biraz içerlenir cevabı da hazır “sahura kalkmayıp birden gavur mu olağ…”
Köylünün biri nerden duymuşsa “siyah iplikle beyaz ipliği ayırt edene kadar yemek yiyebilirsin” sözünü kendine şiyar edinmiş. Ramazan ayının gelmesiyle inzivaya çekilir gibi evine kapanırmış.
Köy evi, zaten penceresi yok denecek kadar küçük, gözleri de pek iyi görmediği malum. O yetmez, pencere ve damın üstünde ışık için bırakılan delikleri güzelce kapatıp gün ışınları çatlaklardan içeri düşene kadar yemeğini yemeye devam eder. Onun dışarıya çok geç çıkma halini merak eden bir yakını, kapısına gider ve açıp onu sorar “ yahu nerdesin”, derken onun yemek yediğini görünce “sen hala yemek mi yiyorsun? Öğle vakti oldu, yoksa ramazan olduğunu unuttun mu?” Diyince; o da “yoook daha siyah iplikle beyaz ipliği ayırt edemedim ki daha.
Oruçlu olan birisine bir başka arkadaşı sorar. “Sahi sen niçin oruç tutuyorsun” oda gayet rahat bir şekilde” vallahi orucu niçin tuttuğumu bilmiyorum, ama niçin yemek yediğimi çok iyi biliyorum.
Evi apartmanın birinci katında yolun kenarında olan biri ramazan davulcusundan hayli rahatsız olur. Davulcunun gelip onun evinin önünde çalmasına da hiç tahammül yoktur.
Bir sahurda yine zevkle davul çalan davulcuyu yanına çağırır. Davulcu ona bahşiş verilecek diye daha bir şevkle çalmaya başlar ve balkonun altında durup davulunu tutar.
Bizimki arkasında sakladığı odunu var gücüyle onu davuluna fırlatır. Ne olduğunu anlamadan davuluna çarpan odun davulun derisini yırtılmasına neden olur. Bizim davulcu, üzgün bir halde bir yırtılan davula bakar birde balkonda odun fırlatan adama “ tamam tamam biye kızdi da davuldan ne istisen?