Cüneyt Gökçe
27 Ocak 2008
Her canlı gibi insanın da tatmak durumunda kaldığı ölüm gerçeği kendisine meçhul olan bir tarih ve saatte gerçekleşmektedir. Kuşkusuz bu bizim için önemli bir nimet ve merhamettir.
Gerçekten de ölüm tarihimiz belli olsa; örneğin, dünyaya geldiğimizde –mesela- yetmiş-seksen yıl yaşayacağımız kesin bir dille bize bildirilse, önemli sıkıntılarla karşılaşırız. Çünkü ilk elli-altmış yıl belki de gafletle geçerken, belirlenen tarih yaklaştıkça hayatın tadı kaçar. Beş, üç, iki, bir yıl; derken: on ay, üç ay, yirmi gün, bir hafta, bir gün ve az sonra… Evet, az sonra ya da ertesi gün vefat edeceğini düşünen kimsenin eli-ayağı rahat çalışır mı, bilme! Böyle bir insan, -büyük bir ihtimalle- ızdırap ve sıkıntı dolu ânlar geçirir. Ne dünyalık işlerde ne de başka hususlarda tam randımanlı çalışması –neredeyse– imkansız hale gelir..
Oysa ecelin gizli olması ve insanoğlunun bu dünyayı kesin olarak ne zaman terk edeceğinin kendisi tarafından bilinmemesi büyük rahatlık sağlar. ınsanoğlu son anına kadar çalışır, çabalar ve insani rollerini oynamaya devam eder.
Taziyetlerin sunulması, geleneğinin çok eski bir geçmişe dayandığı muhakkaktır. Cenaze sahiplerinin acılarını paylaşıp hafifletme ve bu süreçte rahatlarını sağlama alanında çaba sarf etmeyle ilgili olarak pek çok Peygamberî tavsiyenin olduğunu görmekteyiz.
Ancak, ne yazık ki, bazen bu süreç taziye sahipleri için işkenceye dönüşür.
Mesela, taziye meclislerinde en çok rastlanılan önemli ve belirgin yanlışlardan bir tanesi, her gelenin ölenin vefat biçim ve şeklini sorgularcasına gereksiz soru sormasıdır:
– “Evet, nasıl oldu? Sonra, olay ne şekilde cereyan etti? Daha sonra ne oldu?”… gibi sorulara defalarca cevap yetiştirmeye çalışan taziye sahipleri, taziye süresi boyunca canlı-canlı azap çekerler…
Ehliyetsiz kimselerin, maksadı aşan “sözde” nasihatleri ise işin cabası… Taziye meclislerinde “usulünce”, kısa ve yararlı mesajların verilmesi elbette istenen, özlenen ve beklenen bir husustur. Ancak, bazen “sazı ele alan” ve meydanı “boş” zanneden bir kısım na-ehil nasihatçiler yanlış ve uydurma bilgi ve ibarelerle taziye meclislerini “çekilmez” hale getirirler. Tıpkı yanlış aşr-ı şerif okuma konusunda kendisini vazifeli ve zorunlu bilen kimseler gibi; nasihatlerine dayanak yaptığı ibarelerin orijinal metinlerini “ısrarla” okuyan ve adeta ibareyi “katleden” nasihatçi taslaklarına da bolca rastlatmak mümkündür. Oysa verilmek istenen mesaja ait temel dayanağın “mealen” verilmesi de pekâlâ bu görevi yerine getirebilir. Geçekten, yanlışta ısrar etmenin hiçbir anlamı yoktur.
Bir kısım siyasilerin taziye meclislerini adeta siyasi arenaya çevirmesi de ayrı bir çirkinliktir. Bu hususu taziye meclisinin vakar ve ciddiyetiyle bağdaştırmak mümkün değildir. En azından, farklı siyasi düşünceye sahip kimselerin olabileceğini hesaba katarak dikkatli davranmak şarttır. Aksi davranışlar ise, bir takım acı nezaketsizlikleri beraberinde getirebilir.
Taziye meclisinde gereğinden fazla oturulması hususu da bazı problemleri doğurur. Okunan aşr-ı şeriflerin ya da güzel ve akıcı öğütlerin; selam ve fatiha çekme gibi etkenlerle böldürülmesi de doğru olmayan ve yapılmaması gereken noktalardandır.
Kısacası, taziye meclislerini birer tebliğ platformu haline getirmek mümkün olduğu gibi; yanlış tercih ve davranışlarımızla “çekilmez” hale getirmek de mümkündür.
Taziye konusunda sünnetten ayrılmamamız dileğiyle…