Konuk Yazar
17 Haziran 2009
Şanlıurfa’nın Avrupa Birliğine girdiğini geçen hafta gazetelerde siz de okumuş olmalısınız. Birkaç AB yetkilisinin Urfa’yı ziyaretine ilişkin Hilal Köylü’nün haberini Radikal ‘AB’den Şanlıurfa’ya Geçer Not’ başlığı ile vermiş. ‘Burası AB’li bir kent,’ diye de metnin yanına bir spot koymuşlar. Sözüm ona, gelen yetkililer kenti gördükten sonra öyle demişler. Başka bir gazete ise aynı ziyaret için ‘Şanlıurfa AB’ye Türkiye’den Önce Girdi’ manşetini uygun görmüş.
Hemen söyleyeyim: Bunları yazarken amacım, muhabirleri eleştirmek değil.Haberinin başlığı konusunda muhabirin dahli olmaz. Her haberin son biçimini, başlıkları ile birlikte, sayfa düzenini de dikkate alarak merkezdeki yazı mutfağının ustaları belirler.
Sözkonusu haber başlıklarının ve özellikle ikincisinin yanıltıcı olduğu gün gibi ortada. Benzer bir başlığın daha önce Sinop için de kullanıldığını gördüm internete şöyle bir bakınca. Haberlere başlık koyar veya yayına spot bulurken, çoğu kere böyle cafcaflı, abartılı bir dil kullanıyor medya. Bunun nedeni aşikar: Günümüz insanı heyecana, abartıya, övgüye bayılıyor. Bu yüzden haberler, sıklıkla öykü ve masal sosuna bandırılıyor, iç gıcıklayıcı kimi baharat da katılıyor, olabildiğince çarpıcı (sansasyonel) hale getirilip öyle sunuluyor. Bu süreçte, gerçek çarpıtılmış oluyor, medya namusu azıcık zedeleniyor, ama olsun. O kadar kusur kadı kızında bile olur. Hepimiz, hep ‘Yemekteyiz.’ Okuyucu veya izleyici, böyle soslu, baharatlı şeyleri yemeyi daha çok seviyorsa, reyting artıran sunumlar geçerli bir yol oluyor. Kaldı ki, yazı okununca başlığın metni tam yansıtmadığı hemen anlaşıldığına göre, yanıltıcı başlık meselesini abartıp aldatma diye nitelemek de pek doğru olmaz. Meyhanede nasihatçıbaşılığa soyunmanın ne gereği var!
Kadı kızındakine benzer bir kusuru olmasına rağmen ve belki tam da o kusur sayesinde, sözünü ettiğim AB haberi ilgimi çekmekle kalmadı, epeydir tatile çıkmış hayal gücümü de uyardı. AB’ye girmiş veya AB’den geçer not almış bir Urfa’yı, elbette tüm Türkiye ile birlikte, hayal etmeye çalıştım.
Böyle bir memlekette, herhalde töre cinayeti, aşiret kavgası, kan davası olmazdı.
İnsanı canından bezdiren mahalle baskısı da kalmazdı.
Köyler; feodalite kalıntılarının barınağı, işsiz-güçsüz insanların sığınağı olmazdı.
Her yerde, hoşgörü, sevgi ve saygı paylaşılırdı. Her kişinin farklı olma hakkı, herkes tarafından benimsenmiş olurdu. O zaman da , hiç kimse ‘kendi yurdunda sürgün’ gibi yaşamazdı.
Yoksulluğun esamisi okunmazdı, kimse kimseye muhtaç olmazdı.
Sağlık sorun olmazdı artık; ev, geçim derdi kalmazdı.
Okulsuz çocuk, öğretmensiz okul tarihe gömülmüş olurdu.
Kendi mesleğinde dünyanın her ülkesinde aşık atabilen bilgili, çalışkan, girişken ve üretken gençler yetişirdi.
Bilgi sahibi yerine fikir sahibi olan ve kulaktan dolma fikirlerini kör bir inatla savunan diplomalı kapıkulları yerine, artık ‘fikri hür, vicdanı hür nesiller’ yetişirdi.
Güçlünün değil, haklının dediğine uyulurdu.
Hakkını almak için, ne ‘değnek sahibi’ olması gerekirdi kişinin, ne de devlet kapısında adam bulması.
Ne kimlikler sorgulanırdı, ne giysiler.
Kişinin hakkı kutsal olurdu, devletin ise görevi.
Bizden olanlar ve olmayanlar diye bir ayırım kalmazdı.
Güvensizlik, korku, kuşku bitmiş olurdu.
Şairin;
‘bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine yaşamak’
diye tarif ettiği bir gök kuşağını göz nuru ve alın teri ile dokumuş olurduk memleketimizde.
Öyle bir memleket hayalini burada bütünüyle anlatamam. Çünkü dilim yetmez; dilim yetse, yerim yetmez.
Öyleyse, Nazım’dan sonra başka bir ustayı daha yardıma çağırmaktan başka çare yok. Cahit Sıtkı aynı hayali, kısacık bir şiirle, yıllar önce nasıl güzelce anlatmış, bir bakın.
Memleket isterim
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;
Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.
Memleket isterim
Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun;
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.
Memleket isterim
Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun;
Kış günü herkesin evi barkı olsun.
Memleket isterim
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
Olursa bir şikayet ölümden olsun.
Böyle bir memlekete kavuşmak için AB’ye girmemiz gerektiğini savunduğum sanılmasın. Böyle diyenlere de aldanılmasın. Tam tersine, AB’yi ya da herhangi başka birşeyi ‘bütün dertlere deva’ zannetmek saf bir kolaycılıktan da öte düpedüz cahilliktir.
Özlemini duyduğumuz öyle bir memleketi ancak kendi çabamızla, kendi emeğimizle ve gene kendimiz kurarız. Hayalimizi başkalarının gerçekleştirmesi durumunda o gerçekler bizim olmaz ki zaten. Gerçekleştirenlerin olur!
Çok önemli birşey daha var: Memleketi daha iyiye ve güzele doğru değiştirmek istiyorsak, değişimi önce kendi benliğimizden başlatmamız gerekmez mi?
Ne dersiniz?
Yorumlarınızın ışığında, arada bir söyleşmek umudu ile.
Yasal Uyarı: Yayınlanan haberin tüm hakları URFAHIZMET.COM’a aittir. Kaynak gösterilse dahi haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.
Ancak alıntılanan haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın