K. Eren Akalın
18 Aralık 2007
Sene 1996. Türkiye Siverekli Işıkgöz ailesinin dramını izliyor ulusal basından. Televizyonların haber bültenlerinde onlar, gazetelerin manşetlerinde onlar. Toplum ise kendi yaşadığı dramdan olsa gerek, kesinlikle umursamıyor bu trajediyi. Bırakın ayaklanmayı, ‘vah vah’ dışında bir tepki dahi yok. Hem zaten niye olsun ki? Biz ölüme alışmış bir coğrafyayız, ölümü özümsemişiz bir kere. Özümsetmişler.
12 Aralık günü Hizmet Gazetesini elime aldığımda, yıllar sonra yine yüzleşmek zorunda kaldım bu trajediyle. Müzeyyen Işıkgöz ölmüştü. 11 sene önce sezaryenle doğum yaparken test edilmeden verilen kanla HIV virüsü kapmış ve doğan bebeğini de AıDS’li olarak dünyaya getirmişti. Yıllar önce ulusal medyanın bir dünya gündemini işgal etmiş bu haber, Urfa’nın mahalli basınında bile gereken önemi göremedi bu kez. ınsanlığımdan utandım ve Urfalı olmak, benim içimi ilk kez bu kadar acıttı.
Her ne kadar Müzeyyen Işıkgöz 11 Aralık’ta Siverek Devlet Hastanesi’nde hayata gözlerini yumduysa da, bu tarihte ölmedi aslında. Uğruna AıDS olduğu kızı Rukiye Işıkgöz 2000 senesinde gözlerini yaşama yumduğunda, evladını yitiren her ana gibi ölmüştü zaten! Peki ölen sadece onlar mıydı? Peki bu ana ve bu yavrucak öldü mü, yoksa öldürüldü mü, yani ölüm denen kör kurşun bu kadar kişiliksiz miydi?
Görünen o ki; Müzeyyen Işıkgöz ile ölen aynı zamanda bu devletin sağlık sistemiydi, düşünce yapısıydı. Bu bir kez daha bu devletin iflasıydı. Bunun adı ihmaldi, göz göre göre bu insanların hayatlarını, umutlarını hiçe saymaktı. Müzeyyen Işıkgöz’ün diğer çocuğunu bile bile anasız bırakmaktı. Siz nasıl bir pencereden yaklaştınız bu olaya bilemem ama bana göre Müzeyyen Işıkgöz ölmedi, bu sistem tarafından öldürüldü.