Bülent Okutan
4 Kasım 2008
Mevzu büyük, muhatap küçük!… Gazetede oturmuş tartışıyoruz, konumuz Pazartesi’nin manşetinin ne olacağı. Dönüp dolaşıp sinek istilasında karar kıldık. On gün önce bunu dile getirip ilgili ilgisiz muhteremleri uyarmıştık. Ama görünen oydu ki anlayana sivri sinek saz, anlamayana bir davul zurna az durumu söz konusuydu. Manşet belirlenmişti. Konuyu tartışan gazete Yazı İşleri Mütevelli Heyeti’nin en yaşlısı bendim. O vesile ile bana soruldu; -Hiç hayatında Ekim sonu böyle bir sinek istilası ile karşılaştın mı ? -Yok. Eeee o zaman yazacağız, başka yolu da yok. Diğerlerini bilmem ama ben ayakkabımın topuklarını eze eze odadan çıktım. Konu saptanmıştı ve biz bu olay ile müsebbiplerin üzerine cesurca gidecektik. Sayfa koordinatörümüz Mehmet Şansal’a durumu bildirip, acar foto muhabiri Salih’i yönlendirmek için salona geçtim. Salonda basın emektarı amcamla karşılaşınca, içimde olayı daha bir pekiştirme hissi gelişti. O daha bana selam vermeden direk konuya girdim; -Yahu hiç bu yaşına kadar, Ekim sonunda Urfa’da böyle bir sinek istilası gördün mü ? Hazırlıksız yakalanmıştı. Ama bir o kadar da hazır cevaptı. -Yazın neyse de, güzün pek rastlamadık… Gerisini dinlemeden yola devam ettim. Artık yürümüyor, resmen darbe yapan bir diktanın askerleri gibi uygun adım atıyordum. Arada marş söylemek de içimden geçmedi değil, ama personele bunu izah etmenin güçlüğünü yaşayabilirdim. O yüzden sessiz ama sert yürüyüşümü Şansal’ın Bilgisayarı başında noktaladım. Emektarımıza kuşlar çoktan haberi fısıldamıştı. Ben muhtırayı, pardon konuyu aktarmadan o Çorumlular gibi leb demeden leblebiyi bana söyleyiverdi. -Sinekler değil mi? -Evet dedim. Ağzımdan çıkan evetin e’leri o sertliğindeydi. Ne de olsa, Sadece o gün evden gazeteye kadar göz çukurlarımdan iki, kulaklarımdan beş, ağzımdan yedi sinek çıkarmıştım. Biride hala damağıma yapışıktı. Bizim mülayim Mehmet önce her zamanki savunma makamı pozlarına büründü. Ve yazdıkları ile Belediyeyi bütünleştirip, beni sakinleştirmeyi denedi; -Biliyorsun yazdık. Gerekeni yapmışlar. Ama mevsim normallerinin üstünde sıcaklık ve sineklerin ilaçlara karşı direncinin artışı, etkisiz bırakmış mücadeleyi. Editörümüz Şansal Pazartesi’nin manşetini hazırlamak için kolları sıvarken bana döndü ve ; -Tamam sende Başyazı’nda sinekleri yaz deyiverdi. İşte bunu beklemiyordum. Ne dikta askerliğim kalmıştı, ne de e harflerini o ile kullanan sertliğim. Bilgisayarın başına çöküp kaldım. Sinekleri yazacaktım. Şanlıurfalılara, anasından emdiği sütü haram eden, ağızlarından girip, burunlarından çıkan yaratıkları yani. O küçük canavarları. Geriye yönelik şöyle bir düşündüm. Yahu ben her konuda yazmıştım. Hırsızını, katilini, yolsuzunu, politikacısını ama ben hiç sinekleri yazmamıştım ki!… Ben öyle düşüne durayım bir kara sinek masanın kenarına kondu. İyi adam lafı üstüne mi gelir, iti an çomağı hazırla mı derler o an karar veremedim. Bir de sevimli ki kerata. Hem bana bakıyor yüzlerce göz merceği ile hem de ön iki ayağı ile antenlerini temizleyip düzeltiyor. Bilmiyor ki hedef o. Elim usulca o günün Hizmet Gazetesi’ne gitti. Dörde katladım, amacım kafasına patlatıp, sineği de o hale getirmek. Ama sonra vazgeçtim. Bizim gazeteyi bu iş için kullanamazdım. O bir sinek ölse ne olur, ölmese ne olurdu, ne eksilirdi ki rahatsızlığımızdan. Artı Yarın ki gazete bunların tümünü hayatımızdan çıkarmak için kullanılacaktı. Hem o gazeteyi ilgili bir kişi okusa bize yeterdi. Sırf bu sebeple gazetemizi ferdi kinim için kullanmaktan vazgeçip, umumun istifadesine, yararına, kullanmanın daha doğru olacağı düşüncesi ben de hasıl oldu birden. Ve minik cinayetten cayarak, gazeteyi bir kenara bırakıp yarın ki nüshaya bir şeyler karalamaya başladım. Sanırım o da anlamıştı kararlılığımızı ve niyetimizi. Arka ayakları ile kanatlarını da sıvazladıktan sonra, camdan çıkıp, Belediyeye! doğru, uçtu gitti!………………..