Konuk Yazar
22 Aralık 2015
Zamanın birinde
tabelalarda İngilizce ya da başka dillerle mağaza adlarına tepki verilirdi
lakin böyle de olsa sonuçta Latin harfle yazılı oldukları için tepkinin gücü
zayıf kalırdı.
Urfa’nın birçok
semtinde artık Arapça yazılara rastlamak olağan hale geldi.
Bundan sonra ciddi
bir Arap nüfusla artık yaşamak durumundayız.
Kendi bakkallarını
restoranlarını berberlerini açmaya bile başladılar tabi tümünün üzerinde Arapça
yazılar var.
Bu gün iki
dairenin kiralanışına şahit oldum.
İki aile de
Halep’ten gelmiş. Türkçeyi bilmiyorlar, adam özellikle bir yıllık kirayı peşin
verip güvenli bir limana kapağı atma peşinde, eşinin yüzündeki gerilim dehşet
verici, düşünün bir kere evini yatağını döşeğini işini dükkanını her şeylerini
bırakmış ve hiç bilmedikleri bir dilin konuşulduğu şehirde yaşam mücadelesi
verecekler.
Çocuk annenin
eteklerine yapışmış baba aileyi korumak için, parası imkanı olsa sonsuza kadar
bir mekanı kiralayacak ya da satın alacak.
Onlarla gelen
tercüman dolandırıldıklarından bahsediyor.
Kabus görüyorlar
ya da kabusun en beteri başlarına gelmiş olmalı, gözlerindeki ışık sadece
korkuya dair.
Bir ülke ki
neredeyse tüm insanları çaresizlikten ölümle perişanlık arasında kalmış hem de
PETROL uğruna.
Lanet olsun.
Akdeniz ve Ege’de
boğulup ölen binlerce çocuk bu coğrafyayı lanetlediler.
Suçlu aramak
yanlış, suçlu Amerika, İran, Esad, İsrail, Rusya, Türkiye, İngiltere, Almanya,
Fransa daha sayayım mı!
Suçlu cehalet,
suçlu bu insanları birer bilinçli vatandaş yapamayan onlara vatandaşlık bilinci
aşılamayan, insan haklarına önem vermeyen Saddam Hüseyin, Esad.
Evet annesinin
eteğine yapışmış çocuğun ürkek ve endişeli bakışları hala gözlerimin önündeyken
bütün bu olup bitenleri anlamaya belki de anlamlandırmaya çalışıyordu kim
bilir!
*
Yıl muhtemelen
72-73 yılları Siverek’te hastalanan her insanın yolu bir şekilde Diyarbakır’a
düşerdi.
Minibüslerle iki
ya da üç saatlik yolculuk sonrası ancak ulaşılırdı. Doktorların en iyileri
orada olurdu.
Tabi ben sık sık
hastalanma numarasıyla gitmeyi düşler ve bazen amacıma da ulaşırdım. Temiz
kıyafetler giyilir, tıpkı yıllar öncesi Beyoğlu’na nasıl gidiliyorsa aynen
öyle. Diyarbakır doğunun Paris’i gibiydi.
Çevre il ve
ilçelerden toptan kumaş ve diğer gereksinimler oradan temin edilirdi.
Diyarbakır’a ayak basar basmaz önce doktora sonra da en lezzetli döner
kebabıyla Hacı Baba’ya gidilir döner künefe yendikten sonra birkaç kadirşinas
esnaf ziyaret edilir ve akşama doğru da dönülürdü.
Şayet yaza denk
gelmişse dünyanın en büyük karpuzları ve inanılmaz siyah tatlı dutlarından da
muhakkak alınırdı.
Diyarbakır’a
gitmek o zamanlar Paris’e gitmek kadar önemliydi. O zamanlar Diyarbakır’da
ölüm, yalan, üçkağıt, saygısızlık daha aklıma gelmeyen olumsuzlukların yeri
olmazdı.
İnsanlar birbirine
yardım eder, hatta misafirleri ağırlamak sıradan ve görev addedilirdi.
Günümüzde sorunlar
ve çözümsüzlükle debelenirken insan ölümleri nereye varacak. Bizler bunca zaman
geçmiş olmasına karşın daha iyi koşullar olmasını beklerken o günleri arayıp
duruyoruz.
Aklımızı mı
yitirdik, bu topraklarda yaşayan her canlı bizsek nedir bu kavga, hani o
günlerden bu günlere akması gereken sevgi. Diyarbakır’da bu gün insanlar
ölüyor, insanlar işini kaybediyor, akıl tutulması var, bu gün Diyarbakır’a
neden en güzel kıyafetlerimizi giyip gidemiyoruz, neden akil insanlar ortalara
dökülüp savaşan her kapının önüne oturup yeter demiyor?
Hayat bir süreç bu
sürecin mirasını bu kötü resimle mi sonlayacağız.
Yeter diyoruz,
dağdaki bağdaki kışladaki şehirdeki savaşanların elinde öldüren, yakan,
solukları kesen, yaralayan ne varsa o lanet aletler bırakılmalı.
Yeter artık
insanlar mahvoldu çocuğunu aşını işini kaybetti, çığlıkları kulaklarımızı sağır
etti yazık…