Mehmet Sarmış
22 Mart 2021
“Ellisekiz Meydanı”nı kuzeye doğru geçip sola döndüm, az ilerledim, sağda ziyaret edeceğim önemli mekanlardan biri olan Nimetullah Camii… Bir adı da Ak ya da Urfalı’nın deyimiyle Ağ Cami. Mahallenin en büyük camisi. İçeriye güneyindeki kapısından girdim.
İlk dikkatimi çeken şey, eski bir duvar, sütun altlıkları, bir seki üzerinde kocaman bir zeytin ağacı ve onun önünde duran açık yeşil renkli bir tabut. Daha sonra fotoğrafı incelerken aklıma geldi ve sosyal medyada şöyle bir paylaşım yaptım:
“ÜÇ T
Tarih, Tabiat, Tabut.
Tabutun üzerinde”Nimetu” yazıyor. Nimetullah Camiine ait olduğunu göstermek için yazılmış. Siz onu “ölümün nimet” olduğu şeklinde okuyun. Tabiatın da… Tarih de buna şehadet ediyor. Ya ölüm olmasaydı, halimiz nice olurdu?
“Zeytine andolsun ki! Doğrusu, biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tin; 1, 4)”
Caminin inşa tarihi bilinmemekle beraber Urfa Sancak beylerinden Nimetullah Bey tarafından 1500’lerin başında inşa ettirildiği tahmin edilmektedir.
Aslında avlunun kuzeyindeki medrese odaları ve türbelerle birlikte yapıyı bir külliye saymak gerekir.
Medrese odaları 1695 yılında Abbas Ağa tarafından yaptırılmış.
Ortadaki kubbeli türbenin altındaki odada üç mezar bulunmaktadır: Nimetullah Beyin oğlu Ruz Bey (ö. 1520), Lütfi Bey oğlu Ali Bey (ö. 1594) ve kitabesi silik olduğu için adı okunamayan, ama Ruz Bey soyundan olduğu tahmin edilen başka birinin mezarı. O sırada henüz kim olduklarını bilmediğim türbenin kapısının önünde bir Fatiha okudum.
Silindirik tek şerefeli minaresi, Urfa’daki tarihi camiler içinde en uzun minare imiş.
“Minarenin kuzeyine bitişik olan hücre içerisindeki kitabede, burasının malını hayır işlerine su gibi sebil ettiği belirtilen Firuz Bey tarafından çeşme (sebil olmalı) olarak yaptırıldığı yazılıdır. Sebilin batı cephesindeki kitabede caminin kiliseden çevrilerek Ak Cami adını aldığı ve Firuz Bey tarafından onarıldığı yazılıdır. Ebced hesabı ile düşürülen tarihten bu onarımın H.1174/M.1760 senesinde yapıldığı anlaşılmaktadır. Kitabede ismi geçen kilise St. Sergius kilisesidir.” (Cihat Kürkçüoğlu, “Şanlıurfa ili Camileri”, Şanlıurfa Belediyesi, Kültür ve Sosyal işler Müdürlüğü Yayınları, Ankara, 2013, sf. 48)
Caminin ahşap giriş kapısının üzerinde H.1410-M.1993 tarihi var. Demek ki cami, o tarihte bakım ve onarımdan geçmiş, içi dışı her tarafı bembeyaz olmuş. Sadece kapının üstündeki mukarnas (kademeli çıkıntıları olan rengârenk boyanan bir süsleme çeşidi) süslemelere dokunulmamış, iyi de edilmiş. Yer yer görünen mavi ve yeşil boyalı oymalar tarihten bir nefes üflüyor. Cihat Hocanın kitabından öğrendiğime göre kapının iki yanındaki bordürlerin içinde tahta üzerine siyah mürekkeple yazılmış olan yazılar Hattat Lobut Beyzade Ahmet Vefik Efendi’ye aitmiş. Sağ tarafta “Camideki mümin sudaki balık gibidir.”, sol tarafta ise “Camideki münafık kafesteki kuş gibidir.” hadis-i şerifi yazıyor. Fakat yazılar iyice silikleşmiş. Cihat Hoca kitabında Ahmet Vefik Efendinin başka bir levhasından ve onun icazetli öğrencisi Behçet Arabî’nin caminin duvarlarını süsleyen çok sayıda levhasından da söz etmektedir, fakat şimdi bunların hiçbiri yok. Umarım emin ellerdedir.
Bembeyaz duvarları, kırmızı halıları, eski tip avizeleri ile tertemiz, aydınlık, güzel bir cami. Avlusu da, iç ve dış kapıları da öyle. Temiz, bakımlı ve sapasağlam. Avlusunda tek bir ağacın olması ise düşündürücü.
Batıya açılan ana kapısından çıkıp kuzeye doğru yoluma devam ettim. Sağa sola derken Yıldız Meydanına çıktım. Ve oradan gerisin geriye Güllüoğlu Sokak boyunca aşağıya doğru yürümeye başladım. Sokağın soluma, kuzeye düşen tarafı Beykapısı Mahallesi, sağıma güneye düşen tarafı ise Kurtuluş Mahallesi.
Mahallenin bir ucundan diğerine doğu batı yönünde uzanan bu sokağın her iki yanı da restore edilmiş, çok güzel olmuş. Siyah malta taşları bu tarihi görünümü tamamlıyor. Çarşıya yakın kısımlarında yer alan büyük klasik Urfa evleri, özel şahıslar tarafından konukevi olarak düzenlenmiş. Kapıdan göründüğü kadarıyla çok güzeller. Vaktim olsa girip görmek isterdim. Sokak yine çok tenha, tek tük birileri, bazen de bir motosiklet gelip geçiyor.
Urfa sokaklarında bu kadar uzun olup da bu kadar düz olan çok azdır. Ta ötelerden Hacı Yadigar Camii görünmeye başladı.
Cami çok küçük, minaresi çok kısa olduğu için halk arasında “küçük cami” anlamına gelen “Kuttik Cami” ve “Kuttik Minare” adıyla anılmaktadır. Geçmişte Kamberiye’den Aşağı Çarşıya giderken namaz saatlerine denk geldiği zaman birkaç defa burada namaz kıldığımı hatırlıyorum. Belki de şehir merkezinin en küçük camii, ancak 45-50 metre karelik bir namaz kılma alanı var. Meğer burası da eski bir kilisenin üzerine inşa edilmiş. Bizans döneminde Piskopos Hiba tarafından yaptırılan “Oniki Havari Kilisesi”nin üzerine.
İnşa tarihi bilinmiyor. Cami kapısı üzerindeki H.1288 /M.1871 tarihli onarım kitabesinde, Nurlu Hacı Yadigâr Camii’nin önce H.550 (M.1155), sonra H.920 (M.1514) tarihinde onarıldığı yazılmış ve 1871 onarımının çok sağlam olduğu belirtilmiş. Buradan, caminin M.1155 tarihinde mevcut olduğu anlaşılıyor. Urfa’nın en eski camilerinden biri yani. (Mahmut Karakaş, Şanlıurfa ve İlçelerinde Kitabeler, Şanlıurfa Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Yayınları, Konya, 2012, sf. 76)
İkindi namazını üç kişi kıldık; imam, yaşlı bir Suriyeli ve ben. Namaz sonrası hocayla tanışayım dedim, meğer o beni sosyal medyadan tanıyormuş. Niçin orada olduğumu anladı tabii. Adı Mustafa Kuş, 30-35 yaşlarında olmalı. Salgın öncesine kadar camide Cuma namazı kılınıyormuş, sonra mesafe kurtarmıyor diye vazgeçmişler.
Enine dikdörtgen planlı cami, iki çapraz tonozla örtülü. Minberi de minicik, duvarın içindeki birkaç basamaklı taş merdivenden ibaret. Kapısından içeriye girmek için iki büklüm olmak gerekir. Avlusu da küçücük. Doğusundaki oda son cemaat yeri olarak kullanılıyor, aynı zamanda imam odası. Gerek caminin, gerek bu odanın badanası rutubetten dökülüyor. Hoca tahminimi doğruladı; caminin mülkiyeti Vakıflar Genel Müdürlüğüne ait olduğu için bakım ve onarımı da onların yapması gerekiyormuş. Gerekli yazışmalar yapılmış, artık ne zaman sıra gelirse…
Avlu duvarının kuzey batı köşesi üzerindeki “kuttik” minaresi de caminin küçüklüğü ile gayet uyumlu. Avlunun batısında rastladığım toprak su küpü de ilgimi çekti. Demir çubuklardan yapılmış kaidesi, üzerindeki tahtadan kapağı, altındaki damlalığı ile bana çocukluğumu hatırlattı. Nimetullah Camiinin avlusunda da bir dam loğuna rastlamıştım. Bu Eski Urfa binalarında kim bilir eskiye ait daha neler neler vardır?
Hocadan müsaade alıp Güllüoğlu Sokağından doğuya doğru yürümeye devam ettim.
Karşıma Urfa’nın en güzel kabaltılarından biri olan “Kara Musa Sokak Kabaltısı” çıktı. “Cindoğlu Kabaltısı” da deniliyor. Osmanlı Dönemine ait. Üzeri beşik tonozla örtülü, onun da üzerinde düzgün kesme taştan yapılmış bir ev var. İki mahalleyi birbirine bağlayan kabaltı Kurtuluş Mahallesine değil de Beykapısı Mahallesine dahilmiş. (“Urfa Mimarisinde Kabaltılar”, Hazırlayan Hamdullah Közcü, Şanlıurfa Büyükşehir Belediyesi Yayınları, 2016) Bütün kabaltılar gibi bunun da altından büyük bir zevkle geçtim.
Yol üzerinde Tuzeken Camii var, ama namaz saati geçtiği için kapalı, bir dahaki gelişimde uğramak üzere önünden ilerledim.
Az daha ilerleyip güneye dönünce yeniden Tarakçılar Sokağına gelmiş oldum. Burada başka bir kabaltı var; Ateşbeg Kabaltısı… Yine Osmanlı dönemine ait, üzeri beşik tonozla örtülü. Adını, üstündeki Ateşbeg evinden almış. Ateş Beg/Bey ve kardeşi Arslan Beg, 1800’lerde Siverek’ten gelip Urfa’ya yerleşmişler. Bu kabaltı, 17 metreye yakın uzunluğu ile Urfa’nın en uzun kabaltılarından biri.
Urfa’nın en güzel evlerinden biri olan Akyüzler Evinin de bu sokakta olduğundan az önce etmiştim.
Yürüyüşümü sürdürürken, çoktandır bahsini duymadığım için artık unuttuğum eskilere ait bir şeyle karşılaştım, bir “çapıt (çaput) çul” atölyesi. Bir evin sokak tarafındaki bir odasının önü açılarak dükkana dönüştürülmüş. Çaput, eskimiş, değersiz bez demek. Kadınlar eskimiş bezleri veya yeni kumaşların artan parçalarını ince şeritler halinde keser, uçlarını birbirine diker, teşi ile kabaca eğirir, sonra çulculara gönderirler; onlar da el ve ayakla çalışan tezgâhlarında 80-100 cm eninde ve malzemenin yettiği uzunlukta dokuyup yerlere sermek üzere çul haline getirirlerdi. Renk renk şeritler halindeki çapıt çullar, halı, kilim alamayan fakirlerin daimi, durumu daha iyi olanların da el önünde kullandıkları yedek sergisi idi. Eski örgü iplerinden yapılanları da olurdu. Çocukluğumda bizim de çapıt çullarımız vardı. Demek daha isteyen kadınlar ve dokuyan erkekler varmış. Tezgahtaki arkadaşa selam verip biraz konuşayım dedim, ama çok da istekli olmadığı için ısrarcı olmadım. Fotoğrafını çekmemi de istemedi, sadece dükkanın bir ucunu çekmeme razı oldu.
Ayırılırken, demek ki, Eski Urfa, eski Urfa hayatından da bazı izler taşıyormuş diye düşündüm.
(15-16 Mart 2021)