Mehmet Göncü
31 Ocak 2014
Normal
0
21
false
false
false
MicrosoftInternetExplorer4
Çocukluk
yıllarımda babamın işi gereği ancak tatillerde Urfa’ya gelebilirdik. Rahmetli
dedemin ve amcalarımın Harun beyin yokuşunda Ömeriye Mahallesinde ve Askeri
Mahallede evleri vardı. Yazlığı-kışlığı ayrı odalar ve geniş bahçeli (Hayatlı)
alanlar Yediveren (Arış) , asma ağaçları, çeşit çeşit çiçeklerve her hanenin
avlularını süsleyen vazgeçilmez aksesuarlarıydı.
O,
evlerde yaşamı rahatlatacak her şey düşünülmüş, göz zevkinden, ruh huzuruna ve
beden sağlığına kadar en ince ayrıntılar hesap edilmiş, yeri gelmiş taşı dantel
gibi süslemiş, kuşlara bile takalar (yuvalar) yaparak doğayla özdeşleşmişlerdi.
Bu
güzellikler kent halkının moral değerlerine yansımış, insani ve ahlaki
davranışlar en üst düzeyde yaşam biçimi şekline dönüşmüştü. Karşılıklı sevgi ve
saygı, konuklara ayrıca özel bir ilgi, aile ve topluma hakimdi.
Akranlarım
olan amca çocuklarıyla Balıklıgöl’ü gezer, Hasan Padişah ve Pazar Camisi
avlusundaki su çeken dertli dolapları her gün izlemekten hiç bıkmazdım. Hele
Attar Pazarı’ndaki baharat kokuları insanı masal diyarlarındaki gizemli aleme
götürür, Alaaddin’in lambasının ve büyük cininin hemen bir köşeden çıkıvereceğine
inanır gibi olurdum.
Tertemiz
çarşılarında icrai sanat eden esnafın gani gönüllü, kanaatkâr davranışları,
ahilik kültürünün güzelliklerini yüzlerine ve içlerine yansıtarak becerilerini
mükemmelleştirirdiler. Hem çalışır, hem Urfa’nın doyumsuz güzellikteki
seslerini, müzik eşliğinde kasetlerden dinler çarşı pazar ruhun gıdası ile
keyiflenir canlı, temiz insan ve mekân manzaraları ortaya çıkardı.
Akşama
doğru çarşıda işimiz biterdi. Nispeten daha serin olan Karaköprü ve Maşuk
Köyündeki yazlık evlerden birine sepetler dolusu yiyeceklerle merkeplere
binerek güle oynaya giderdik.
Hâlamın
sabah namazından sonra bağ evimizde hazırladığı saca basma ve bazlama
ziyafetini, akşam yemeğinde ise çırpı ateşiyle çömlekte pişmiş kazan kebabını
ve dalından yeni kesilmiş tahanevi üzümünün kokusunu ve lezzetini hayatımın
başka bir evresinde hiç tatmadım desem abartılı olmaz.Ya hele yusufututan diye
tanınan kumruların insan ruhunun derinliklerine inen huzur veren, stres atan
bir serin su gibi ötüşleri vardı ki, Bu ahenkli nağme en katı kalpleri bile
yumuşatacak nefasetteydi.
Tatil
çok çabuk geçer, babamın işinin olduğu kent’e geri dönerdik.
Urfa’ya
ve gönül dostlarına kavuşmak için emekli olunca gelip ecdad diyarına temelli
yerleştim.
Ne
yalan söyleyeyim hem sevindim, hem de hüsrana uğradım desem yeridir.
Sevincim;
güzel Urfa’ma, akrabalarıma, arkadaşlarıma ve dostlarıma kavuşmakla oldu.
Hüsranım
ise, eski değerlerin yok olmuş haliydi. Örneğin; Hayatlı evler terkedilmiş,
insan ofisi tabir ettiğim beton yığınları, şehri istila etmiş, sessizlik gitmiş
motorsiklet ve otomobil ile gezen bazı magandaların yüksek volimli çirkin kaset
sesleri yaşama hakim olmuş, insanı canından bezdirecek düzeye varmıştı. Şehrin
varoşları çeşitli sebeplerden dolayı, çarpık ve sağlıksız gecekondularla
dolmuştu. En acısı da bu semtlerde şark çıbanı denilen illet yeniden
hortlamıştı. Leylekler, kumrular, keklikler ve daha nice canlı türleri şehri
tek etmişlerdi.. Tek-tük kalan kumru-larında inatla ötmediklerini hayretle
gözlüyordum.
Kuşlar,
leylekler gitmişlerdi ama, onların yerine çeşitli tip ve yaşta dilenci şehri
doldurmuş, halkı rahatsız edecek şekilde merhamet sömürüsü yapıyorlardı..
“Toplumun himayesinde olan ve tedavilerinin yapılması gereken sahipli,
sahipsiz, bir çok akıl hastası ilgililerce alındığı söylenen önlemlere rağmen,
çarşı pazarda dolaşmaya devam ediyorlardı.
En
çok üzüldüğümde, şarkılara konu olan Urfamızın dört bir etrafındaki bağların ve
bahçelerin yok olma ve bitme noktasına gelmiş olmalarıydı.
Ve
nihayet ne ekmeğin kokusu, ne kumruların ötüşü ve ne de pınarların suyu yoktu
artık. Peynirler yağsız, yoğurtlar kaymaksız satılıyordu. Anlaşılan bazı
kişilerde insani ve ahlaki değerler de erozyona uğramıştı.
Dürüst
ve şeffaf bir toplumda; lütufta geride, kahırda önde olan dostlarınızın çok
olması dileğiyle kalın sağlıcakla.