Konuk Yazar
24 Aralık 2020
Yeniden Sarayönü Caddesine geldik.
Sözün tam burasında, hep konuşulan ama bir türlü
gerçekleştirilmeyen bir konuyu dile getirmek istiyorum. Buradan başlayarak
Halilürrahman’a kadar olan yolun bir an önce trafiğe kapatılması lazım.
Gelişmiş şehirlerin hemen hepsinde şehrin tarihi mekânlarına dokunulmuyor
artık, olduğu gibi bırakılıp koruma altına alınıyor. Belki sonradan ilave
edilen bölümler tıraşlanıyor, gerekli yerler restore ediliyor, o kadar. Ben iki
yıl önce dolaştığım bütün Balkan şehirlerinde böyle yerler gördüm. Çok daha
geniş alanlar ve çok daha uzun yollar. İnsanlar trafiğin kalabalığından ve
gürültüsünden uzak gönüllerince dolaşıyorlar. Urfa’nın da, bu en eski,
birbirinden değerli ve güzel eserlerin bulunduğu caddesini bir an önce araç
trafiğine kapatmak lazım. Yarın çok geç olabilir. Şimdi daha önce yok edilen
eserlere hayıflandığımız gibi, yarın, bugün var olanın da yok edilmesine
hayıflanmamak için bu karar lazım değil, elzemdir. Bunu başaran, Urfa’ya büyük
bir hizmet etmiş olur, tarihe geçer.
Dedikten sonra yoluma/yürüyüşüme devam ediyorum.
Solda Kapaklı Pasajı var. Yerinde daha önce avlulu revaklı
bir Osmanlı Hanı varmış; “Küsto’nun Hanı” derlermiş. Çevredeki esnaf tarafından
depo olarak kullanılıyormuş. Galiba 1970’lerin başında yıkılmış. Yerine önce
otel yapılmış, sonra eklemelerle genişletilerek pasaja dönüştürülmüş. Benim
hatırladığım zamanlar Kapaklı Pasajı çok prestijli bir yerdi. Urfa’ya gelen
yerli ve yabancı turistlerin de mutlaka uğradığı ve alışveriş ettikleri, hep
çok kalabalık bir çarşıydı. Uzakdoğu’dan getirilen her türlü mal buradan tüm
Türkiye’ye gönderilirdi. Sonra gerisinde benzerleri yapıldı, belki bazıları
daha çok iş yapmaya başladı, ama hiç biri Kapaklı Pasajı ismi kadar meşhur
olmadı. Yola yakın ön taraftaki bölüm kısa bir süre önce yıkıldı. Kalan kısım
da çok eskimiş, yıpranmış durumda. Denildiğine göre alan açmak amacıyla birçok
kolon yıkıldığı için tehlike arz ediyor. Ayrıca yol üzerinde olduğu için
trafiği de olumsuz etkiliyor. İnşallah buradaki işyeri sahipleri memnun
edilerek boşaltılır ve geride başlayan meydan çalışmalarına burası da dahil
edilir.
Kapaklı Pasajının tam karşısında, yolun sağında köşede daha
önce, Ömer Faruk ve Celal Işıklar adlı iki kardeşin işlettiği Urfa’nın gazete
dağıtım merkezi ve başbayii vardı. Çift kapılı, çok işlek bir yerdi. Çok
alışveriş yapmışımdır. Yan tarafa bakan vitrininin önünde durup sergilenen
dergileri çok seyretmişimdir.
O hizadan aşağıya doğru bazısı kitap da satan kırtasiye
dükkânları sıralanırdı. Özellikle okulların açılış zamanlarında bu dükkânlar
çok kalabalık olurdu. O zamanlar kitaplara bu kadar kolay sahip olamazdık. Ya
aile ve akrabanın bir sonraki sınıfa geçen çocuklarının kitaplarını alır,
kendimizinkileri de bizden sonrakilere verirdik, ya piyasada ikinci el
satıcılarından ya da çok mecbur kalırsak böyle dükkân dükkân dolaşıp yenisini
satın alırdık. Bu dükkânların bir kısmı hâlâ aynı işi yapıyor. Hatta
bazılarında gördüğüm simaları hatırlıyorum, tabii ki yaşlanmışlar. O dönemden
bir tanesi özellikle aklımda kalmış; Sami Barlas’ın “Maarif Pazarı”. Ressam, gazeteci,
köşe yazarı Sami Barlas (1917-1996) ve kardeşi Dr. İhsan Barlas Urfa’nın yakın
tarihindeki önemli isimler arasındadır. Dr. İhsan Barlas’ı da büyüklerimden
duyardım, ama görmedim hiç.
Fakat ben daha çok yolun karşısındaki Bakır Yavuz’un Saray
Kırtasiyesini tercih ederdim. Bakır Abi, Urfa’nın mütedeyyin kesiminin yakından
tanıdığı, sevdiği biriydi. Benim o anlamda bir tanışıklığım olmadı. Tercih
sebebim dükkânında kırtasiyeden çok kitap bulundurmasıydı ve içeri girmek,
kitap rafları arasında dolaşmak mümkündü, serbestti. Oraya ilk olarak Merkez
Ortaokulundan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenimiz Hüseyin Kaytan’ın
verdiği ödev vasıtası ile gittim. Şule Yüksel Şenler’in “Gençliğin Izdırabı”
kitabını almak için. Büyüklerin dünyasına dair aldığım ve okuduğum ilk
kitaptı. Bende derin izler bırakmıştır.
Daha sonra yine aynı hocamızın tavsiyesi ile aynı yerden ilk okuduğum ilk
romanı aldım; Ahmet Lütfi Kazancı’nın “Kaynana Münevver Hanım”. Roman aşkım
oradan başladı. Aynı yazarın “Üvey Anne”, Raif Cilasun’un “Oğlum Osman”, “Bir
Annenin Feryadı”, sonra da peş peşe Ahmet Günbay Yıldız’ın ve daha başka
yazarların romanları… Sonradan “hidayet romanı” denilerek küçümsenen dinî
muhtevalı bu romanlar, benim dinî ve duygusal yapımın oluşmasında büyük rol
oynamıştır diyebilirim. (Buna vesile olan, şu anda Konya’da yaşayan ve bu
satırları yazarken arayıp sohbet ettiğim Hüseyin Kaytan Hocamı şükranla yâd
ediyorum.)
Yolun sağından ilerledim. Bu sırada, şimdi hatırlayamadığım
bir dükkânda beyaz eşya satılırdı. Ben hayatımda ilk defa televizyonu oranın
vitrininde gördüm. 1970’lerin başları olmalı. Sahibi, izlensin diye
televizyonun yönünü dışarıya çevirmişti, çalışır vaziyette idi. Siyah beyaz
tabii. Kış sporları yayınlanıyordu. Kayak, slalom gibi yarışları vitrinin önünde
biriken kalabalıkla beraber birkaç defa izlemiştim. Özellikle kayakla atlama
bana çok muazzam bir şey olarak görünmüştü. Yokuş aşağı bir parkuru hızla geçip
havalanan sporcular ne kadar cesur insanlardı? Televizyon evimize ancak
1980’lere doğru girdi.
Yolun devamındaki ilk arada Vatan Sokağı var. (Vatan
Okulunun arka kapısına doğru gittiği için bu isim verilmiş.) Bu sokağın güney
tarafında, bir zamanlar dindar kesimin buluşma yerlerinden biri olan
Öğretmenler Vakfı vardı. Urfa’ya tayin
olduktan sonra birkaç defa uğramıştım. Eğitim-Bir-Sen Urfa Şubesinin
temellerini de oradaki bir toplantıda atmıştık. Genel Merkezden bu iş için
gelmiş olan Ahmet Fidan’ın ikna çabaları sonuç vermiş, kurucu bir ekip tespit
edilmişti. İlk başkanımız Mehmet Küçük olmuş, ben de yönetim kurulunda yer
almıştım. İlk mekân da hemen vakfın karşısında yer alan daire idi. Bir süre
sonra sendika başkanlığına ben geçmek zorunda kaldım. O ara Urfa’ya gelen Genel Başkanımız Mehmet
Akif İnan ile o dairede ben, Ali Ferhat Türkmen ve Mahmut Kaçar dörtlü bir
toplantı yapmıştık. O sıralarda başlayan 28 Şubat fırtınasını ilk orada
karşılamaya çalıştık. Oradan aklımda kalan bir isim de Akit Gazetesi bayiliğini
yapan ve daha sonra genç yaşta bir trafik kazasında kaybettiğimiz Ömer
Balta’dır. Bir ara, sendikaya ola ki bir baskın filan yapılır diye,
üyelerimizin listesini, Ömer Balta’nın bürosuna saklamıştık.
Solda Yetkin Pasajının yerinde daha önce “Vahab’ın
Kıraathanesi varmış. Yemen Askeri Mustafa Saraç Efendi tarafından 1880’de
develik olarak yaptırılan bina çeşitli aşamalardan geçerek 1840’lara doğru
kahvehane olarak hizmet vermeye başlamış, adını da sahibinden almış. Radyo
bulunan az sayıdaki yerlerden biri olduğu için “Radyolu Kahve” diye de
meşhurmuş. Duayen Gazetecimiz Naci İpek, bir yazısında şöyle diyor Vahab’ın
Kahvesi için: “İkinci Cihan Harbi’nin tüm hızıyla devam ettiği günlerde, Urfa
halkı savaş haberlerini gıdım gıdım alabilmektedir. Zira, o zaman tüm Urfa’daki
radyo sayısı ya 15 ya da 20’dir. Kesinlikle 21 değildir… Vahab Efendi, belki
21’inci radyoyu 18 liraya Philips bayi Çarhoğlu Mahmut Efendi’den alır. Hem de
veresiye…” Arzele (asma çardağı)
altında kurulu masalarda devrin okumuş ekibi nargile içer, gazete okur, radyo
dinler, günlük olayları değerlendirirmiş. Oyun da oynanırmış tabii. 1960’ların sonuna doğru yıkılıp mevcut pasaj
yapılmış.
Pasajın içindeki koridordan yürüyüp Yusuf Paşa Camiinin
bulunduğu bir alt sokağa geçtim. Yusuf Paşa Camii, Urfa’nın en çok bilinen
camilerinden biri. Vakfiyesine göre 1710
(hicri 1122) tarihinde Urfa-Rakka Valisi Yusuf Paşa tarafından yaptırılmış.
(Asfalt Yoldaki Valiler Sarayını ve caddenin doğusundaki bir alt yol üzerinde
bulunan Vezir Hamamını da bu Yusuf Paşa yaptırmıştır.) Eskiden beri,
Bediüzzaman Aile Mezarlığına defnedilecek olan ölülerin cenaze namazları, yakın
olduğu için genellikle bu camide kılınır. Ben de buraya herhalde en çok cenaze
namazları için gelmişimdir. Bu yüzden adı bende hep cenaze ve ölümleri
çağrıştırır. Yusuf Paşa Camii denildi mi, kendimi sanki arkasından bir cenaze
namazı duyurusu yapılacak gibi hissederim. Bir de uzun zaman burada imamlık
yapan Urfa’nın meşhur hafızlarından Mehmet Dönmez Hocanın ikindi namazları
sonrası o davudi sesiyle okuduğu aşr-i şerifleri hatırlıyorum. Çok güzel
okurdu, çok hoşuma giderdi. Kuzeye açılan yan kapısından girdim avluya. Namaz
kılınan kısmın kapısının önünde çok sayıda kadın ve çocuk dilenci vardı. Ah bu
Suriyeliler! Neler çektiler ve galiba daha neler çekecekler? İkindi namazını
kılarken Allah affetsin, bir sürü soru üşüştü başıma. Önce Suriyelilerin
akıbetine dair sorular. Sonra daha başkaları… “Bu Yusuf Paşa nasıl biridir?
Şimdiye kadar kaç kişi bu camide namaz kılmıştır? Kaç kişinin cenaze namazı
kılınmıştır? Namaz kılarken kaçının aklına kendi cenaze namazı gelmiştir? Ben
burada kaç defa namaz kıldım? Ben hiç kendi cenazemi düşündüm mü?” Hem Allah
bana ve herkese o bilinci versin diye, hem de şu Suriye’deki savaş ve
Suriyelilerin çilesi bitsin diye dua ettim.
Çıkışta caminin yan tarafındaki haziresine uğrayıp
yatanların ruhuna bir Fatiha gönderdim. Yusuf Paşa, haziresi olan birkaç
camimizden birisi olarak kalmış. Urfa’nın çoğu yeri bir zamanlar mezarlıktı,
birçok camisinin de haziresi vardı. Çoğu zamanla yok olup gitti. O
mezarlıklarla beraber orada yatanların da izi tozu kalmadı. Bugüne kadar,
kimler geldi, kimler geçti? Bir gün biz de o yok olanların kervanına
katılacağız. En fazla bir iki nesil sonra kimseler bizi hatırlamayacak. Buna
rağmen hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamaya devam ediyoruz. Ah şu insanoğlu!
Caminin yola bakan tarafında, birbirine bitişik Şekerci
Abuhayat ve Şekerci Ahmet Apaydın’ın dükkânlarını bilen bilir… Abuhayat Amca
bir pir-i fani idi. Vefat ettiğinde 100 yaşından fazla olduğunu duymuştum.
Ahmet Apaydın ise hâlâ yaşıyor, Allah hayırlı ömürler versin. Maşallah sosyal
medyada da aktif. Bazen sanal alemde de olsa, yollarımız kesişiyor. Bu
birbirine bitişik iki dükkan, herhalde tanıyan herkes gibi bana da hep çok
güzel, tatlı şeyler ve sevinçler hatırlatır. Duvarlara dizilmiş boy boy cam
kavanozlarda envai çeşit şeker,
çikolata, lokum, yanlarda ve öne taşan kısımlarda yine şekerin, lokumun,
kuru yemişin her çeşidi. Ve illaki arka tarafta kavrulan taze leblebi kokusu…
Buradaki dükkân sırasının başında ve sonundaki tatlıcı ve dondurmacıları da
tabii olarak tatlı duygularla hatırlıyorum. Bu sıra, şehrin değişmeyen yerleri
arasında. Keşke hep böyle kalsa…
Yusuf Paşa Camiinin cadde tarafındaki kapısının karşısında,
sonradan restore edilen, ŞURKAV’a tahsisli Buluntu Hoca’nın evi var.
Abdurrahman Buluntu Hoca (1865-1968) Urfa’nın en önemli âlimlerinden olup
aralarında Arap Hoca da olmak üzere yüzlerce öğrenci yetiştirmiştir. Kabri
Halilürrahman gölünün güneyindeki Halilürrahman Camii haziresindedir. Kesme taştan yapılmış olan evi klasik bir
Urfa evidir ve çok güzeldir. Son bir iki yıldır Türkiye Yazarlar Birliği Urfa
Şubesi olarak biz de cuma akşamları artık gelenekselleşen “Cuma Sohbetleri”ne
burada devam ediyoruz. Aslında ediyorduk demek lazım, çünkü şu korona salgını
ile beraber gitmez olduk, sohbetlerimizi internet üzerinden sürdürüyoruz. Benim
şube başkanlığı yaptığım dönemde bu evde ayda bir düzenlediğimiz geniş
katılımlı “Şiir Meclisleri”nin tadı hâlâ damağımdadır.
Yusuf Paşa Camiinin kapısını dönünce hemen orada küçücük
saatçi dükkânı ve hemen bitişinde bir çayevi vardı; “Filiz Çay Evi” (Nuri’nin
Kahvehanesi) Küçük masa ve tabureler yola kadar yayılırdı. Burada ağırbaşlı
adamlar oturup çay eşliğinde sohbet ederdi. Biraz ileride yolun sonunda da buna
benzer “Mehtap Çay Evi” vardı. Takriben 1970’li 80’li yıllara denk düşüyor. Ne
bunda, ne ötekinde, bir kere bile oturup çay içmedim. Önlerinden ve bazen yola
taşmış masaların aralarından geçip giderdim. Benim kahve kültürüm olmadı hiç.
Gece dışarı çıkmayı da sevmezdim.
Aşağıya doğru ilerlerken sağda solda görünüş itibariyle pek
bir değişiklik yok, yine boydan boya dükkânlar sıralanıyor, olsa olsa sahipleri
ve sattıkları şeyler değişmiştir. Başınızı kaldırıp bir de yukarılara bakacak
olursanız oralarda yer yer eskilerden kalma kesme taştan yapılar görürsünüz.
Onlar vefasız sakinlerinin gözünden şimdiye kadar kaçmış yerlerdir, asırlık
insanlar gibi yaşamak için direnmektedirler. Ya solumaya devam edecekler ya da
benzerleri gibi zaman içinde solup gideceklerdir.
Sağdan yürümeye devam ettim, içinde Urfa Urhay Oteli bulunan
bir kabaltı var. (Uray, Urhay, Urfa’nın en eski isimleri arasındadır. Urfa ismi
de oradan gelir.)
Sonra PTT binası. Burada daha önce kütüphanesi, tiyatrosu da
olan “Urfa Halk Evi” varmış. Atatürk ilke ve inkılâplarını halka tanıtmak,
benimsetmek amacıyla 1934’te kurulmuş. Sosyal, kültürel, sportif faaliyetler
icra edilirmiş. 1951’de kapatılmış. İşlevi ve neye hizmet ettiği ayrı bir konu,
ben o güzelim binalara yanıyorum. Kapatıldıktan sonra ne oldu, hangi
aşamalardan geçti, bilmiyorum.
Benim zamanımda şimdiki PTT binası vardı. Buranın bendeki en
önemli hatırası da, özellikle bayram
zamanlarında önünde sıralanan kartpostal tezgahlarıdır. Aman Allah’ım! Her
düşünceye, her zevke, hatta her yaşa hitap eden yüzlerce, belki binlerce çeşit
kartpostal. Bayram başta olmak üzere özel günlerde insanlar uzaklardaki
sevdiklerine mutlaka kartpostal gönderirdi. Kartları seçmek için de kadın
erkek, küçük büyük herkes buraya gelir, bir kısmı alıp, yazıp hemen oracıkta
postaya verirdi. Ben bazen 40-50 taneye kadar aldığımı hatırlıyorum.
Göndereceğim kimselerin yapısına, zevkine uygun olsun diye sergilerin önünde
nice saatler harcamışımdır. Telefon, özellikle cep telefonları, daha sonra
sosyal medya çıktıktan sonra, mektuplarla beraber kartların da modası geçti.
Ben bana gelen mektupları ve kartpostalları atmaya kıyamadım, hâlâ saklarım.
Yüzlerce mektup ve kart, bir gün tekrar açılıp okunmayı, bakılmayı ve belki de
yazılmayı bekliyor.
PTT’nin hemen güneyinde Eski Urfa’nın en güzel evlerinden
biri var: Hacı Hafız Ahmet (Balak) Efendi
Evi. Bir duvarın altına yerleştirilen mermer levhada, Ahmet Efendinin 1846-1909
tarihleri arasında yaşadığı, Urfa kolağası olduğu, evin 1888’de inşa edildiği,
Balak Ailesinden sonra Hacı Abdurrahman Ağan vasıtası ile Ağan’lara geçtiği,
1979’da Kültür Bakanlığı tarafından kamulaştırıldığı yazılı. Diğer geleneksel
Urfa evleri gibi kesme taştan. Haremlik selamlık iki avlusu var. Kapıları,
“taka” (pencere)leri ve odalardaki nişleri Urfa ahşap işçiliğinin en güzel
örneklerinden. Urfa’da kamulaştırılan ilk tarihi yapı. Restore edildikten sonra
1998 yılında Devlet Güzel Sanatlar Galerisi olarak hizmete açılmıştır. Uzun
yıllar geleneksel el sanatları merkezi ve sergi salonu olarak hizmet vermiştir.
Ben burada birçok sergiye ve programa katıldım. Avluları, odaları, minik
havuzu, merdivenleri, her tarafı bende hep hayranlık uyandırmıştır. O zamanlar
kültür ve sanat meraklılarının çok yoğun olarak girip çıktığı ev, 2012 yılında
Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kuruluna tahsis edilince araya resmiyetin
soğuk yüzü girdi ve adeta kendi haline terkedildi. Son zamanlarda birkaç defa
Urfa’nın son zamanlardaki en iyi okur ve yazarlarından Şahin Doğan’ı ziyaret
etmek için girmiştim. Bugün bir daha girip şöyle bir dolaştım. Eski
canlılığından eser yok. Sessiz, sakin, hatta metruk. Sonbaharın da etkisi ile
biraz da mahzun. Bazen kime, niye olduğunu bilmeden kızdığımı, gerildiğimi
hissediyorum. Yine öyle oldum. Şahin Beyi sordum, yokmuş, fazla oyalanmadan
ayrıldım.
Çıkışta sağ taraftaki pasajın içinde bir zamanlar Davet
Kitapevi vardı. Dostlarla ve kitaplarla buluşmanın ve ortak meseleler üzerinde
hasbihal etmenin duraklarından biri idi. Uzun zamandır görmediğim Emin Hoca ve
Remzi abiyi hürmetle yâd ettim.
Ve karşıda, yolun ortasında yükselen Urfalının Karameydanı
Camii olarak andığı Hüseyin Paşa Camii. 1728 (hicri 1141)’de devrin Urfa valisi
Darendeli Hüseyin Paşa tarafından yaptırılmış. Kendisinden çok büyük olan Yusuf
Paşa ve Ulu Caminin hemen hemen ortasında kalan, bu küçük, güzel cami, sanki
diğerlerine yetişemeyenlere hizmet etmek için var gibidir. Ben de genellikle
öyle zamanlarda namaz kılmışımdır. Yolun tam ortasındadır, aşağıya doğru sağda,
oldukça dar bir yaya yolu, solda ise yine oldukça dar bir araba yolu geçer.
Bereket versin yol açmak için yıkılmamış. Belki de camii olduğu için. Yoksa
tarihî filan denilmeyip bu da yıkılabilirdi.
Düşünüyorum da Eski Urfa’da yol açmak uğruna nice paha
biçilmez eserler yıkılmış, yok edilmiş. Şimdi bir kısmının elimize ulaşan
fotoğraflarına bakıp bakıp üzülüyoruz. Yol açmak iyi de, bedeli bu olmamalı. Ve
bence artık gerekçesi ne olursa olsun buralara hiç dokunulmamalı. Hatta, biraz
önce söylediğim gibi Köprübaşı’ndan ta Dergah’a kadar olan kısım mutlaka araba
trafiğine kapatılmalı. Hem Urfalılar hem de yerli ve yabancı turistler, Urfa’yı
Urfa yapan bu eski şehirde gönüllerince, rahatça dolaşabilmeli. Aklın yolu
birdir; bir gün olacak, ama kim bilir ne zaman? O gün geciktikçe şehre telafisi
imkansız zararlar veriliyor.
Not: Devam edecek.