Cüneyt Gökçe
1 Aralık 2006
Dini bakımdan yapılması gereken bir takım sorumlulukların olduğu ve bunların kendi aralarında farklı statüde bulundukları bilinen bir husustur. Başka bir deyimle, her sorumluluğun derece ve konumu değişiktir ve bu değişiklere göre de isimlendirilmektedirler.
Örneğin, kesin bir biçimde yapılması istenen sorumluluklar farz olarak adlandırılır. Hatta farzlar bile bir kısmı bireysel olup her inananın yapmak durumunda bulunduğu türden olduğu gibi; bir kısmı da toplumsal sorumluluklar cinsinden olup bir kısım inananların yapması durumunda herkes sorumluluktan kurtulur. Nitekim namaz ve oruç herkesin bireysel borcu olduğu halde sadece bir kısım insanların cenaze namazı kılması diğer inananları da sorumluluktan kurtarır.
Kesin emredilen görevlerin yanı sıra, kesin bir şekilde yasaklanan ve yapılmaması istenen sorumluluklar da vardır. Haram olarak adlandırılan bu sorumlulukların işlenmesi günah olup cezalandırılmayı gerektirdiği; bunlardan uzak durmanın ise kişiye sevap kazandırdığı bilinmesi gereken önemli bir husustur. Zina, kumar ve hırsızlık buna örnek olarak gösterilebilir.
Kesin yasak ve kesin emirlerin anlaşılması ile ilgili; yani farz ve haram noktasında genellikle problem yaşanmaz.
Ancak yapılması ya da yapılmaması tavsiye edilip tercihe bırakılan hususların anlaşılıp uygulanmasıyla ilgili problemlere sıkça rastlanır.
Bazen “tavsiye ve teşvik nitelikli” bir kısım sorumluluklar “kesin emir” olarak telkin edildiği gibi; bazen de “yapılmaması tavsiye edilen” bir kısım şeyler “kesin haram ve yasak” olarak nitelendirilir.
“Yapılmaması daha uygundur” denilen nice durumların, “bu husus yasak ve haramdır” şeklinde yansıtılması çoğu kez vuku bulduğu gibi; “işlenmesi güzeldir” diye tavsiye ve teşvik edilen pek çok şey “mutlaka yapılmalı” biçiminde takdim edilir.
Mesela çoğu insan, haccın farz ve vacipleri arasında yer almayan hacer-i evsedi öpme uğruna –müslümanlara eziyet etmek suretiyle- günaha girer.
Elbette inanan kimse, Hz. Peygamberi örnek alarak sünneti işler; yapılması tavsiye edilen müstehapları uygulamaya çalışır ve yapılması “hoş karşılanmayan” mekruhlardan uzak durmaya gayret eder. Fakat yapılması gereken farzı “farz”, vacibi “vacip”, sünneti “sünnet”, müstehabı “müstehap”, mendubu “mendup” olarak bilir ve ona göre davranır. Diğer yandan kesin yasak olan “haram”ı, yapılmaması tavsiye edilen “mekruh” ile karıştırmaz. Mekruhtan uzak durur ama mekruhu “mekruh” olarak bilir.
Bu emir ve yasakların kapsamı ve uygulanışı inanan herkes için geçerli olduğu halde, bir kısım davranışların iki ayrı kesim için “farklı” algılanması söz konusu olabiliyor.
Örneğin; bazı kesimler, hac görevini yerine getirmiş insanların –beşeri zaaf gereği- yaptıkları bazı hataların, hac görevini henüz yerine getirmemiş birisinin hatasına oranla çok daha büyük cezayı gerektirdiğine inanırlar. Bu yüzden de hac görevini yerine getirebilme imkânına sahip oldukları halde –söz konusu korku ve endişeden dolayı- bu önemli vazifeyi ihmal ederler.
Hac görevinden dönüldükten sonra günahlara devam edilsin, yasaklar çiğnensin demek istemiyoruz elbette; ancak hacının günahı ile hacı olmayanın günahının fark etmediğini ifade etmek istiyoruz.
Evet: denilebilir ki, vakar ve ciddiyet hacı adamdan daha çok beklenir; bu belki doğrudur; ama ’hacının günahı daha fazla yazılır; diğer insanların günahları daha az yazılır’ gibi bir açıklamanın mantığı olmadığını söylemek istiyoruz.
Bu yüzden ezan okunduğunda namaza koşulduğu ve Ramazan geldiğinde oruca başlandığı gibi imkân elde edildiğinde hiç geciktirilmeden hac görevinin yerine getirilmesi lazımdır. Unutulmaması gerekir ki, sorumluluk bakımından hac öncesi ve sonrası arasında hiç bir fark yoktur.
Öte yandan, hac görevi sayesinde –deyim yerindeyse- kişinin kilometreleri sıfırlanır. Annesinden yeni doğmuş bebek misali günahları temizlenmiş bir deftere kavuşturulur. Kul hakları dışındaki eksiklik ve aksaklıkları giderilir.
Dayanışma, kaynaşma ve sabır dersleriyle dolu hac görevine niyetlenen tüm kardeşlerimize kolaylıklar diliyorum.