İbrahim Dülger
14 Mayıs 2008
Biyolojik yapısı, kütlesi ve hareketliliği ile orantılı olarak, daha az yeme koşulu ile azami 150 yaşına kadar yaşayabileceği hesaplanan insanın, gelebileceği kaçınılmaz evrelerden biridir yaşlılık. Yani:” Karşı kıyıya yaklaşmak.’’
Yaşanılan hayat tarzı, zorluklar, çevresel faktörler ve sağlık koşulları yaşam süresini etkilerken Koşulların olumsuzluğuna paralel olarak toplumlar için ortalama yaşam süresi de kısalmaktadır. Yapılan araştırmalarda ilk çağlarda Anadolu ve diğer kültürlerde 40 yaşları civarlarında olan ortalama yaş, teknolojik gelişmeler, hastalıklarla mücadelede kaydedilen gelişmeler ölümleri azaltırken, özellikle 19.yy dan dan bu yana dünya nüfusunu hızla arttırıp yaşam süresinin de uzamasını sağlamıştır.
Bugün gelişmemiş ülkelerde yaşlılık sınırı 50 iken, gelişmiş ülkelerde 70 yaş ve üzeri kabul görmektedir.
Ülkemizde 1950’den sonraki yıllarda devletin sağlık alanında yaptığı çalışmalar sonucu ortalama 65 yaşları düzeyine yükselmiştir.
Bölgesel gelişmişlik düzeyine paralel olarak farklılık gösteren ortalama yaşam süresi Bölgemizde ve Urfa’da daha aşağılardadır.
Urfa’da 1 milyon 523 binlik nüfusun yüzde yetmişi 30 yaş altında iken (yaklaşık 1.050.000 kişi), 60 üzeri yaşlı kabul edeceğimiz nüfus; yaklaşık 79 bin kişidir. 90 yaş üzeri yaşlı sayısı sadece 1399’dur.
Rakamlardan da anlaşılacağı gibi sağlık giderlerinin neredeyse tamamına yakını devletçe karşılanan ilimizde ortalama yaşam süresi geri kalmış ülkelerle paralellik göstermektedir. (Somali, Sudan, Bangladeş gibi)
Eğitimsizlik, vazgeçemediğimiz dengesiz beslenme tarzımız, temizlik, kirli suları kullanma, uygun olmayan gıdaların tüketilmesi, sağlık koşullarına uymamak, birçok hastalığın ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Erken yaşlarda yaşlanmış gibi görünmek ve yaşama veda etmek kadermiş gibi algılanırken, aynı sorunun Müslüman ülkelerde görülmesi, 50 yaşlarında milyonlarla ifade edilen sayılarda ölümlerin varlığı benzer nedenlere dayanmaktadır sanırım.
2006 verilerine göre, 20 bulaşıcı hastalıktan 12’sinin Bölgemizde görülme oranı yüksekliği, Hepatit B türü hastalığının Urfa’da Türkiye ortalamasının iki katı (yüzde 12) olması yukarıdaki nedenlerin yaygınlığın-dandır.
Devletin sosyal güvenlik reçetelerini karşılayamayacak duruma gelmesi insanları ilgilendirmezken; damak hazzına dayanan mutfak kültürü ile 40’lı yaşlardan itibaren sohbetlerin; kolesterol, tansiyon, anjiyo, kriz, baypas gibi sağlıkla ilgili terimlerin etrafında oluşması, herkesi bu konuda uzman doktorla yarışabileceği bilgi düzeyine getirmekte.
Dostların ve doktorların; önlem ve çareler konusunda sıkı tembihleri daha kulaklarda çınlarken, ardı sıra yenen, çoğu kuyruk yağlı, bol tuz serpilmiş, fırın veya mangal yemeğinin yarattığı hazımsızlıktan kaynaklanan koro halinde geğirtiler üstüne; üç beyaz zehirden oluşmuş (un, şeker, yağ) kadayıf, helva, katmer tatlı çeşitlerini, büyük lokmalar halinde avurtları zorlayarak ağzımıza tıkarken: ”Allah’ım sen bizim ve çocuklarımızın taksiratlarını afet ” duaları; yaşayabileceğimiz yılları kısalttığının önsezisinden mi acaba?
Bu yaşam anlayışıyla; ”ıster zengin ol, ister fukara, yemekten sonra yak bir cigara” ile dumanını iliklerimize kadar çektiğimiz sigara, sağlığımızı bir başka şekilde bozarken; güya hazzın doruklarında keyif aldığımız an ve vücuda giren zararlı her lokma; torunlar, dostlar eş ve çocuklarla birlikte yaşayacağımız yılları da alıp götürmekte değil mi?.
Bilinçsiz beslenmenin yarattığı sağlık sorunları ile boğuşmak ailenin bireylerine külfetler yükleyip, iş gücü kaybına yol açarken kaynaklarını da tüketmektedir.
Bu durum, ilâç ithalatında ve kişi başına düşen ilâç tüketiminde dünyada rekorlar kırmamıza sebep olurken; maalesef ülkemiz bu anlayışla büyük ilâç şirketlerinin pazarı durumuna gelmiştir.
Hiçbir prim ödemeden veya az bir miktar katkı payı ödenerek alınan ilâç isimleri, günlük hayatın bir parçası olurken, okur-yazar olmayanlar, kutu renkleri ile rahatça aldıkları ilâçları bilinçsizce tüketmektedir.
Sürdürülmeyen tedaviler ve gereksiz yere yazılan ilâçlara evlerde her noktada rastlanırken ”Çocuklardan uzak tutun” uyarısına uyulmadığı için, facia düzeyinde yaşanan ölümler ve sağlık sorunları yaşanmaktadır. Bu durum kader mantığı ile açıklanıp bireyleri suç ve günah konusunda rahatlatırken, ilaçlar; çoğu zaman da tarihi geçti diye çöpe atılmaktadır.
Eve gelen misafirlere bile ikramlarda sıkı sıkı ısrarla sunulan ilâçlar “Bana iyi, geldi sana da gelir” bilgiçliği ile zorla yutturulurken, bazen telâfi edilemeyen sorunlara da yol açmaktadır.
Bağımlılık yaratan ilâçların bilinçsizce kullanımı neredeyse toplum olarak hepimizi hapçı yaparken, ileri düzeyde bağımlı duruma gelen insanlardan insafsızca faydalanan çeteler, okul yaşlarındaki çocuklarımızı da zehirlemektedir.
Ülkemizde koruyucu hekimliğe gereken önemin verilmemesi;. Hastalanmanın ardı sıra, uzunca süren ihmal, yapılan tedavilerin de maliyetini yükseltmektedir.
Bunların yanı sıra son yıllarda, tıbbın olanaklarından faydalanmak yerine, şarlatanlık düzeyine gelinen; üfürükçülük, muskacılık ve kerametlerle; tedavi olmaya kalkışan insanlarımızın karşılaştıkları olumsuzluklar, sağlık giderlerini arttırırken, TV programlarına malzeme olmaktadır.
Alternatif tıp deyimleriyle kandırılmaya müsait toplumumuza medya yolunu da kullanarak tek çareymiş gibi sunulan şifalı bitkilerin bilinçsizce kullanımından kaynaklanan yanlış tedavilerin sonuçlarını da kahırlı kara mizah olarak yaşamaktayız.
”Yağma Hasanın böreği” misali sıkı bir denetimden uzak sağlık politikaları ve işlem-leri, halkımızı daha da sağlıksızlaştırırken, gelişmiş ülkelerin bile altından kalkamadıkları, açıkları gittikçe büyüyen sosyal güvenlik bütçeleri, toplumumuzu yoksullaştırmakta ve ülkemizin kaynaklarını boş yere tüketip, dışarıya bağımlı kılmaktadır.12.05 2008