Reşat Kızılateş
28 Aralık 2007
Başta Fransa ve Almanya olmak üzere, Türkiye’nin üyeliğine imkansız gözüyle bakan ülkelerin görüşü Brüksel’de alınan son kararlarla Birliğin esas görüşü olarak benimsendi. Sarkozy’nin diretmesiyle, AB’nin gelecekte karşılaşacağı sorunlar (dolayısıyla Türkiye’nin de durumu) ‘akil adamlar’ın vereceği raporlara göre şekillenecek. Yani Türkiye konusunda top kasıtlı olarak taca atıldı…
Çok istememize rağmen hem Avrupa hem de kendi yerli karşıtlarımızı, hem Avrupa’nın gelişmişliğini hem de Türkiye’nin insani gelişimdeki yerini bildiğimiz için zaten gününde bu rüyaya inanmamıştık.
Ta 1996’da yazdığımız bir yazıda Türkiye’nin üyeliğinin bu şartlarda imkansıza yakın olduğunu belirtmiştik.
Her şeye rağmen 2000’li yıllara girdiğimizde yanıldığımıza dair kuşkular duymaya başladık.
Keşke yanılan biz olsaydık.
Ama öyle olmadı…
Türkiye’nin AB yolunda motivasyonu bozuldu, reformlar durdu. Heyecan uçup gitti.
Avrupa Birliğine karşı olanlar (Hem Türkiye’dekiler hem Avrupa’dakiler) muradına erdi.
şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; Türkiye AB yolunda üç ayrı duvara tosladı.
Birincisi Türkiye’de Avrupa Birliğine karşı ciddi bir muhalefet ve kafa bulanıklığı var. Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi böleceği, Türkiye’nin güçlenmesine karşı olduğu düşüncesi hakim. Yani tarih boyunca hep kafaları kemiren o meşhur ve meçhul paranoya! Bölünme, parçalanma korkusu. Kimliğini kaybetme endişesi.
Yine bu grupta yer alan bir kesim, Avrupa’nın Hrıstiyan olduğunu, onlara yaklaşırsak din-imanın elden gideceğini düşünmekte… Bir taraftan onların teknolojilerinden, sermayelerinden yararlanan, bir taraftan da Avrupa’yı kafir olarak gösteren zihniyet…
ıkincisi, gerek seçimler gerekse içerde ve dışarıda meydana gelen gelişmelerin de etkisiyle hükümetlerin yukarıda saydığımız paranoyacı grupların etkisinde kalarak reform sürecini yavaşlatmaları, AB rüzgarının yarattığı atmosferin ortadan kaldırılmasına karşı sessiz kalması…
Türkiye’nin Avrupa Birliğine katılmasına engel olan üçüncü duvar ise Avrupalı bağnazlar ile yabancı düşmanı olan çevrelerdir. Başta merkez sağ ve neo-sosyalistler olmak üzere geniş bir yelpaze bu grupta yer alıyor. Sarkozy ve Merkel’in de içinde bulunduğu bu gruplar, Avrupa Birliği’nin bir Hrıstiyan Kulübü olarak kalmasını istemektedirler. Özellikle büyük bir işsiz nüfusa sahip olan Türkiye’nin katılımı onlar için bir kabustur. Onların da böyle bir paranoyası var.
Tıpkı bizimkiler gibi…
Gerek Türkiye gerekse Avrupalı paranoyacılar son bir iki yılda AB’ye giden yolda Türkiye’yi rayından çıkardı. Tekrar rayına oturtmak için hiçbir çaba harcanmaması bunların ekmeğine yağ sürdü.
Halbuki karamsar düşünmemize rağmen 2000’li yıllarda nasıl da umutlanmıştık
Nasıl da içimizi ısıtmıştı çocuklarımıza güvenli bir Türkiye bırakacağımız için…
Çok değil birkaç yıl önceki AB rüzgarını ve bu rüzgarın yarattığı heyecanı bir hatırlayın. Her platformda, her fırsatta konuşulan her üç konudan biri bu heyecan fırtınasının izlerini taşıyordu…
Kimilerine göre elimizi uzatsak dokunacaktık sanki AB’ye. Kimileri de kendimizi ağırdan satmamızı öneriyordu. Biraz naz yapmalıydık!
Kağıt üstünde kalan üç beş kanun değişikliğiyle, ekonomideki birkaç olumlu göstergeyle sanki her şey bitmişti.
Kimse 35 başlık altında yürütülecek olan müzakere sürecinin ne kadar geniş bir –yeniden- yapılanmayı öngördüğünü, ne kadar köklü işler yapılması gerektiğini düşünmüyordu. (Sadece bir başlıkta müzakereler açılıp kapanabildi. 8 başlık bazı sorunlar yüzünden askıya alındı. Diğerleri açılmayı bekliyor) Kimse işsizlik oranını, cari açığı, gelir dengesizliğini, demokrasi ve insan hakları önündeki engelleri AB’ye girişte bir engel olarak görmüyordu.
Gerek Avrupa’da gerek kendi içimizde bu kadar önyargı varken ve Avrupa’nın siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel, hukuksal, demokratik kriterlerini içimize sindiremiyorsak elbette Türkiye dışarıda kalacaktır.
Gönlümüzden geçen bu değil ama gerçekler bazen acı oluyor maalesef.
Aslında Avrupa’nın Türkiye’yi dışlaması Avrupa için de orta ve uzun vadede sorunlar yaratacaktır. Türkiye’yi dışlamaktan çok kazanmak ve Avrupa standartlarına ulaşması için yardımcı olmak Avrupa’nın güneydoğusunun güvence altına alınması demektir.
Yani Türkiye’nin Birliğe alınmaması sadece Türkiye için değil Avrupa için de bir kayıptır.
Türkiye’nin Birliğe alınması için Avrupa’nın Türkiye’de reformlara destek vermemesi, önyargılara göre hareket etmesi Avrupa Birliği’nin bir Hrıstiyan Kulübü yapılmak istendiği düşüncesini doğru kılar…
Diğer taraftan Türkiye’de önyargı, bölünme, kimliğini kaybetme düşüncesiyle hareket edenler de bu saplantılarından vazgeçmelidir. Kendine, kültürüne, inancına, gücüne inanan ve güvenen neden korksun ki!
Üstelik AB adı üstünde, parçalayıcı, bölücü değil; bütünleştirici, birleştirici bir Avrupa öngörmektedir. Hangi ülkenin dili, kültürü, inancı yok oldu. Tam tersine tüm dillerin, kültürlerin ve inançların korunması ve yaşatılmasını öngörmekte, insanların, malların ve sermayenin serbest dolaşımını getirmektedir. Zaten şu anda her şeyimizi dışardan almıyor muyuz? Kendimizi Avrupa’dan ne kadar soyutlayabiliriz ki!
Dilimiz varmıyor söylemeye ama maalesef ‘hoşçakal Avrupa, gözün aydın Türkiye!’ diyoruz.
Keşke ‘merhaba Avrupa, biz geldik’ diyebilseydik..!