Mehmet Sarmış
18 Temmuz 2021
Yokuş yukarı batıya doğru yürümeye başladım. Güneş karşıdan vuruyor gözlerime, fotoğraf çekmek biraz zor oluyor. Olsun.
İlerledim, ilerledim. Sağım Yusuf Paşa, solum Hekimdede… Geçmişte çok yürüdüğüm bu yolu iyi biliyorum. Üstünkörü bir bakışla hiç değişmemiş gibi. Ama bu sefer çok daha dikkatli bakıyorum ve ayrıntılar daha bir dikkatimi çekiyor, öyle ki bazen kendimi ilk defa görmüyormuşum gibi hissediyorum.
Bazı taş evlerin duvarları kazınıp silinmiş, tamir edilmiş bembeyaz. Kapılar, kapı alınlıkları çok güzel. Diğer mahalleler gibi burada da tetirbeler/çıkmaz sokaklar çok fazla. Evler birbirine bitişik olduğu için mecburen böyle. Nispeten geniş ve çok kullanıldığı halde bu yol bile çok tenha.
Kapı önüne oturmuş bir abla kardeş gördüm. Fotoğraflarını çekmek için izin istedim, ablası “beni çekmeyin kardeşimi çekin” dedi gülerek. Çocuk çok masum, utandı, bu arada ablası da girdi kameranın görüş alanına.
Karşıdan bir at arabası gelip yanımdan geçti. Bir at arabası görmeyeli ne kadar zaman geçti diye düşündüm, ama cevabını veremedim sorumun. Karaköprü’deki çocukların çoğu görmemiştir. Yakın bir gelecekte kaybolacak olan şeylerden biri de at arabaları. Nostaljik duygular bir tarafa, iyi olur, hayvanlar bu eziyetten kurtulur.
Yukarıda köşede Beykapısına açılan yolun ağzındaki bakkal duruyor yerinde. Önünde oturan gençler beni güler yüzle karşıladılar ama fotoğraflarını çekmemi istemediler. Az ilerleyip sağa döndüm. Köşede Bozan Kayar’ın bakkal dükkanı vardı eskiden, çoktandır yok. Aslen Kamberiye Mahallesinden olup sonradan buraya yerleşmiş ve demirbaşlarından olmuştu. Ailesi ve kardeşlerini iyi tanırdım, yeğenlerinin bazıları arkadaşımdı.
Hemen ilerisinde sadece semtin değil, şehrin en bilinen mekânlarından biri bulunuyor; Hekimdede Camii/Çeşmesi/Türbesi. Fakat ne hikmetse adını karşısındaki mahalleye verdiği halde kendisi Yusuf Paşa Mahallesinin sınırları içinde. Olsun, ben, burayı adını verdiği mahalleye dâhil edeceğim.
Önce Hekimdede Çeşmesi… Caminin güneyinde. Güneye ve batıya bakan çift cephesi var. Arifî Ahmet Efendi tarafından 1120/1708 tarihinde yaptırılmış. Üzerindeki sekiz satırlık kitabesi zaman içinde çok aşındığı için hepsini okumak mümkün olmuyor. Ancak Mahmut Karakaş Hoca, Divan Edebiyatının en büyük şairlerinden olan Urfalı Şair Yusuf Nabi’nin divanını karıştırırken, tarih düşürme bölümünde Hekim Dede’nin adına rastlayınca anlıyor ki kitabedeki şiir Nabî’ye ait. Çerçeveye sığsın diye iki mısraı çıkarılmış. Nabî çeşme için bunun dışında ikinci bir kitabe daha yazmış.
(Mahmut Karakaş, “Şair Nabi’nin Urfa’da Bilinmeyen Bir Kitabesi, Hekimdede Çeşmesi Kitabeleri, ŞURKAV/ Şanlıurfa Kültür Sanat Tarih ve Turizm Dergisi, 2013, Sayı: 15, S. 29- 31)
Çeşme bugün güzelce bakımdan geçirilmiş, ancak maalesef su akmıyor. Keşke tamir edilirken su da akıtılsaydı; banisi Arifî Ahmet Efendi’nin hizmeti ve hayrı da devam ettirilmiş olurdu.
Çeşmenin hemen ötesinde Hekim Dede Türbesi’ne açılan demircağlı bir pencere var. Benzeri pek çok türbe gibi içeri girmeye vakti olmayan yolcuların önünden geçerken bir Fatiha okuması ve dua etmesi için. Ben bunu türbe odasına girince yapacağım.
Hekim Dede Camii… Hayretle fark ettim ki şimdiye kadar bu camiye de hiç girmemişim, görmemişim, namaz kılmamışım. Ve çok ayıp etmişim.
İnşa kitabesi olmadığı için, kim tarafından ne zaman yaptırıldığı bilinmemektedir. Camideki mevcut üç kitabe sonraki dönemlerde yapılan onarımlarla ilgilidir. Adının 1566 tahririnde “Vakf-ı Mescid-i Hekim Dede” olarak geçmesine dayanılarak 1539-1566 yılları arasındaki bir tarihte yapılmış olduğu tahmin edilmektedir.
Avlu kapısından girer girmez sanki onlarca yıl öncesine geçiş yaptım; o dönemi hatırlatan öylesine güzel bir atmosfer. İçi dışı her tarafı bembeyaz, tertemiz. Son olarak 2018-2020 yılları arasında bakım ve onarımdan geçmiş, 2020 yılının başında yeniden hizmete açılmış.
Girişte solda hocalar için bir hücre, taş merdivenle çıkılan onun üst katında ikinci bir hücre yer alıyor. Alttakini görmedim ama üsttekini namaz sonrası hoca bizzat gösterdi. Çok güzel, ama biraz ilginç geldi bana. Tavanı mertek, pençeleri ahşap, klimalı ve koltuklu. Camilerin hücrelerinde, sedirlere, kanepelere, şark usulü döşemelere alışkınız da koltuk biraz yadırgatıyor.
Avlunun kuzeyinde dışarıya açılan bir kapı, onun doğusunda bayan mescidi, batısında abdest alma yeri. Düzgün taş döşeli avlunun kıble tarafında yazın namaz kılmak için güzel bir mihrap.
Orta yerde etrafı muntazam taş duvarla çevrili, avluya göre yüksekte kalan mezarlık/hazire yer alıyor. Tamamı Osmanlı dönemine ait ve eski yazılı. Bunlardan Osman Vehbi Efendi ile Halepli Ömer Behçet’in oğlu Ahmed Nuri Efendi’nin mezar şahideleri, Mahmut Karakaş tarafından okunarak yayınlanmıştır. (Mahmut Karakaş, “Şanlıurfa Mezar Taşları”, Şanlıurfa, 1996, s. 122)
Her mezar beni düşündürür ve hüzünlendirir. Bir zamanlar bizim gibi kanlı canlı olan insanların şimdi yaşamıyor olması, şurada bir avuç toprağa dönüşmüş olması, aslında ne kadar garip, ne kadar ibretlik bir durum! Bunu bile bile, ama ölüm yokmuş gibi, hep yaşayacakmış gibi yaşamak ne büyük gaflet!
İkindi yakındı, tek tük namaz kılmak için gelenler, abdest alanlar ilişti gözüme. İyi, ben de namazı burada kılmış, hocayla da tanışmış olurum diye düşündüm.
Fakat önce şu meşhur türbeyi de ziyaret etmem lazım. Cami girişinin hemen batısında küçük bir odanın içinde. Yola açılan bir penceresi de olduğunu yukarıda yazmıştım.
Peki, camiye, çeşmeye, mahalleye adını veren Hekim Dede kimdir?
Adındaki “cerrah” tan dolayı Ashab’dan Ebu Ubeyde bin Cerrah olduğuna dair Urfa’da yaygın olan rivayetler gerçeği yansıtmamaktadır. “Cerrah”, ilk Müslümanlardan olan Ebu Ubeyde’nin babasının (veya dedesinin) adıdır ve Bedir Savaşında müşriklerin safında olduğu için bizzat kendisi tarafından öldürülmüştür. Her ikisinin de cerrahlık veya hekimlikle bir ilgisi yoktur. Ebu Ubeyde büyük bir komutan olup büyük fetihler gerçekleştirmiş, ancak Urfa’ya gelmemiştir, kabri de bugün Ürdün sınırları içindedir.
Onun adına muhtelif yerlerde çeşitli camiler ve türbeler yaptırıldığına, Urfa’dakinin de böyle bir makam olduğuna dair bir görüş de vardır. Buna göre, Yavuz Sultan Selim’in Urfa’yı almasından sonra Hekim Ubeydullah Bin Cerrah adına bu cami ve türbe yaptırılmıştır. Ancak yukarıda dediğimiz gibi adı geçen zatın hekimlikle bir alakası bulunmadığı için bu görüşün de gerçeklikle alakası yoktur.
Hasılı bu türbede yatan zatın adı, kimliği ve hayatı hakkında kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Muhtemelen bir halk hekimidir ve yaptığı hizmetlerden dolayı halk tarafından veli mertebesine çıkarılmıştır. Yanı başındaki cami de onun adına yaptırılmıştır.
Bir menkıbeye göre, Hekim Dede, bugün de her perşembe akşamı/cuma gecesi, kuru otları bir havanda döverek ilaç yapmaya devam etmekte olup havandan çıkan sesler çevrede yaşayan halk tarafından duyulmaktadır.
Bu türbe etrafında, halkın, özellikle kadınların pek çok uygulaması bulunmaktadır. Eskiden çok yaygın olan bu uygulamalardan birkaçını burada da zikretmek istiyorum:
Evlenmesi geciken kızların, kısmeti açılsın diye çarşafları veya elbiseleri caminin minaresinden aşağıya atılır. Yine aynı amaçla Cuma namazından çıkan ilk kişiye kilit açtırılır. Konuşma sorunu yaşayan çocukların bir an önce düzgünce konuşabilmeleri için ağızlarına türbenin anahtarı sokulup çevrilir. Şifası bulunamayan hastalar ve akıl hastaları şifa için bir gece türbede yatırılır.
Ben bunların artık çok geride kaldığını düşünüyordum ki türbenin kapısından girer girmez yanıldığımı anladım. 3.3 Metrelik uzunluğu ile odayı boydan boya dolduran “ziyaret yeşili” bir kumaşla örtülü sandukanın üzeri çeşit çeşit kadın erkek giyecekleri ile kaplı idi. Sebebini namaz sonrası cami hocası söyleyecekti. Ezan okunduğu için aceleyle bir Fatiha okuyup namaza geçtim.
Küçük güzel bir cami. Mihraba dikey dikdörtgen planlı, tavanı çapraz tonozla örtülü. Henüz bakımdan geçtiği için her tarafı bembeyaz. Yalnızca mihrabın mukarnas üst kısmı eskiden kalma. Bu ince işlemeli ve her kıvrımı farklı renklerde boyalı süslemeleri seviyorum. Balkon şeklindeki minbere, kıble duvarına dayalı ahşap bir merdivenle çıkılıyor. Giriş kapısının üzerindeki müezzin mahfili de ahşap. Zemine serili mavi şeritli gülkurusu halılar da fena değil. Çapraz tonozla örtülü iki gözlü son cemaat yerinin camiye sonradan eklendiği söyleniyor. Caminin kuzey doğu köşesinden yükselen minare tek şerefeli ve silindirik gövdeli.
Daha önce de söylemiştim; yeni, büyük, çok süslü camilerden çok böyle eski, küçük, sade, mütevazı camileri seviyorum. Bu tür camilerde namaz kılmak daha çok hoşuma gidiyor, kendimi Allah’a daha yakın hissediyorum. Aslında ben, sadece camilerin değil, pek çok şeyin eskisini ve sadesini seviyorum.
Beş altı kişilik bir saf olup namazımızı kıldıktan sonra herkes dağılırken ben hocaya yaklaştım. Meğer o da sosyal medyadan beni takip ediyormuş. Bu, bir yandan hoşuma giderken bir yandan işimi kolaylaştırıyor.
Otuz yaşın biraz üzerinde olmalı. Adı İbrahim Halil Kahvecibaşı. Kahvecibaşı ailesi, Urfa’da yetiştirdiği hafız ve hocaları ile tanınan bir aile. Ayaküstü kısa bir sohbet ettik. Cemaatin azlığından söz etti. Mahalledeki Roman nüfusu konusu açılınca onlarla ilgili yaptığım çalışmalardan söz edip kendisine de sorumluluk düştüğünü hatırlattım. Bir de madde bağımlıları tehlikesinden söz etti hoca. Caminin doğu duvarı çok alçak olduğu için sık sık içeriye girdiklerini söyledi. Eski Urfa’nın önemli sorunlarından biri de maalesef bu. Her yerdeler, ama özellikle iyice tenhalaşan bu Eski Urfa mahallelerini ve camileri tercih ediyorlar.
Sonra türbeyi ve üzerindeki elbiseleri sordum. Doktorların ümit kestiği ağır hastalara aitmiş. Yakınları Allah “iki kapıdan birini açsın” diye bırakıyormuş. Yani ya iyileşsin ya da ölsün de kurtulsun diye. Hoca gülerek “daha çok ikincisi için” dedi gülerek. “O elbiseleri hafta sonu toplayıp fakir fukaraya dağıtıyoruz.” diye de ekledi. Türbe kapısının yan tarafında bu tür batıl şeyler yapılmasın diye uyarıcı bir levha olduğu halde dinlemiyormuş bazıları. “Minare ve kilit ile ilgili olanlarını büyük ölçüde bitirdik ama bu elbise bırakma uygulamasından vaz geçiremedik.” dedi. Konuyla ilgili olarak birkaç gün sonra yapmış olduğum bir paylaşıma gelen yorumlardan, okumuş yazmış kesimler arasında bile bu tür uygulamalara inananlar olduğunu hayretle gördüm.
Daha sonra hocadan müsaade isteyerek bu güzel mekândan ayrıldım. Keşke yakın olsa da daha sık uğrasam diye düşündüm.