Mehmet Sarmış
20 Haziran 2021
Bu bölümdeki yürüyüş, daha çok içime doğru…
Bu Roman milleti geçtiğimiz 8 Nisan’da girdi gündemime. Meğer 8 Nisan Dünya Romanlar Günü imiş, bu yıl Türkiye de kabul etmiş. O vesile ile üzerinde düşündüm.
Denildiğine göre 1500’lü yıllarda Hindistan’dan çıkıp dünyanın her tarafına yayılmışlar. Yaşadıkları çevre ile uyumlu ama yine de özel bir hayata sahipler. Kendilerine mahsus dil, din, gelenek görenek, giyim kuşamları var. Türkiye’deki sayılarının 500 binden fazla olduğu söyleniyor. Urfa’da da binlercesi var, ve artık çoğu yerleşik hayata geçmiş durumda. En çok Sancaktar, Kamberiye, Beykapısı ve Hekimdede taraflarında yaşıyorlar.
Üzerinde düşündükçe şaşırdım, üzüldüm, kendi kendime de kızdım. Meğer yanı başımızda yaşayan bu insanlar gündemimize hiç girmemiş. Yokmuş gibi davranmışız. Amerika’da, Avrupa’da kendilerinden olmayanları (Siyahları, Müslümanları ve diğerlerini) nasıl dışladıklarını, hakir gördüklerini söyler dururuz; bizim Romanlara tavrımız da biraz öyle değil mi? Düşündükçe dehşete kapıldım, düşündükçe daha çok sardı beni. Sosyal medyada şöyle bir paylaşım yaptım:
“ROMANLAR
(Kitap olanlar değil, insan olanlar)
Uluslararası Roman Komitesi’nin 1990 yılında kabul ettiği “8 Nisan Dünya Romanlar Günü” artık Türkiye’de de kutlanacakmış. Ben böyle bir gün ve karardan bugün haberdar oldum. Konunun, gün ve kutlama kısmını bir tarafa bırakalım.
Urfa’da “Karaçı” ve “Cingana/Çingene” denilen bu halk için, ben çoktandır kendi tercih ettikleri isim olan “Roman”ı kullanıyorum.
Hemen hemen bütün dünyada olduğu gibi bizde de en dezavantajlı grup onlar. Kendilerine mahsus dünyaları, inançları, gelenekleri, yaşayışları dolayısıyla tarih boyunca hep dışlanmışlar, horlanmışlar. Bugün de durum çok farklı değil. Yaşadıkları yerler çok sorunlu. Yüzde 85’i işsiz. Eğitime erişimde büyük sorunları var. Sosyal hayatta olduğu gibi okulda da dışlanabiliyorlar. Bu da zaten çok zayıf olan okulla bağlarını daha çabuk koparmalarına sebep oluyor.
Sonuçta her yerdeler ve fakat topluma entegre olamıyorlar. Bunda tabii kendilerinin de payı çok. Ama geldiğimiz çağda artık o eski alışkanlıklarımızın ve yanlışlarımızın geride kalması lazım. Hem bizim hem onların. Romanlar da diğer insanlarla eşit, her türlü insan hakkına sahip. Mevcut imkanlardan da eşit derecede faydalanmaya hakları var.
Artık onlarla ilgili algılarımızı değiştirmemiz ve buna bağlı olarak ayrımcı, dışlayıcı, küçümseyici her türlü tavır ve söylemden kaçınmamız, dahası arınmamız gerek.
Devlet kendi üzerine düşeni yapmalı. Biz sivil ve sıradan insanlar da bize düşeni…
İşe kendimizi gözden geçirerek başlayabiliriz. Öncelikle önyargılı bakış açısından ve atalardan tevarüs ettiğimiz dille ilgili yanlışlardan kurtulmalıyız.
Eğitimcilerimiz onların eğitimine daha çok dikkat etmeli. Özellikle onların yaşadığı mahallelerdeki okullara çok iş düşüyor. Devam takip çok çok önemli. Diğer çocukların onları dışlamasına izin verilmemeli, kaynaşmaları için her türlü gayret gösterilmelidir.
Sosyal hayatta hepimize düşen görevler var.
STK’lar ve cemaatler de bu konuyu gündemlerine almalı. Başta yiyecek ve giyecek olmak üzere sosyal yardım çalışmalarına mutlaka dahil edilmeliler.
Bu arada onların da kendi aralarında organize olup kendileriyle ilgili sorunları çözmeye çalışması gerekir.
Eğitim onların da birinci önceliği olmalıdır diye düşünüyorum.
Herkesi bu konuda düşünmeye, konuşmaya, yazmaya ve çalışmaya davet ediyorum.”
Yetmedi, birçok resmi ve sivil kurumun temsilcilerini arayıp onlardan ve ihmalimizden söz edip yapılması gerekenler konusunda düşüncelerimi ilettim. Yardım kuruluşlarının temsilcilerine, onları da çalışmalarına dâhil etmelerini rica ettim. Yaşadıkları ilçelerin Milli Eğitim Müdürleri ile eğitim sorunlarını ve yapılması gerekenleri konuştum. Müftü yardımcısına onların da kul olduğunu ve onlara karşı olan İslami sorumluluğumuzu hatırlattım. Hayretle gördüm ki bu konu benim gibi onların da gündemine daha öne hiç girmemiş. Hepsi çok olumlu yaklaştı ve gereğini yapacaklarını söyledi. Umarım bundan sonra toplumsal bir farkındalık oluşur.
Hz. Abbas Camiinden çıkıp Hekimdede sokaklarında yürüyüşe devam ettim. Daha yolculuğa yeni başladığım halde kafamın içi çeşit çeşit düşüncelerle haşır neşir olmaya ve yorulmaya başlamıştı. O ilk andaki heves ve zevk bir anda kaybolmuştu.
Yola çıkarken zaten ağır bir hastalıktan kalkmış gibi idim. Ramazan’ın sonlarına doğru İsrail’in Gazze’de başlattığı yeni zulüm ve katliam süreci devam ediyordu. Moralim çok bozuktu. Canım bir şey yapmak istemiyordu. Göz görüyor, fakat elden bir şey gelmiyordu. İlk günden itibaren büyük bir çaresizlik duygusu çökmüştü içime. Hâlâ da devam ediyor. İslam dünyasının perişan hali beni kahrediyor. Kınamalar, protestolar önemli tabii, ama artık beni tatmin etmiyor, kahrolsun demek de, hamaset de aynı şekilde canımı sıkıyor. Ömrüm böyle geçti, artık kendimi kandıramıyorum.
(Yürüyüşümün ertesi günü ateşkes sağlandı. Bununla ilgili olarak sosyal medyada yaptığım paylaşımı, tarihe not düşmek adına buraya da almak istiyorum:
“GAZZE İÇİN BURUK SEVİNÇ
İsrail vurdu, vurdu ve durdu.
Gördüğü tepkiler üzerine mi, daha ileri gitmekten çekindiği için mi, şimdilik bu kadarı yeter dediği için mi? Hepsi olabilir.
Çatışmaların başladığı günden bu yana 65’i çocuk 232 şehit, 1900’den fazla yaralı var. Birçok ev işgal edilmiş. En az 75 bin Filistinli de evini terketmek zorunda kalmış. Yakılan yıkılan evlerin, iş yerlerinin, resmi sivil binaların haddi hesabı yok.
Ateşkes bunları geri getirecek mi? Ne mümkün.
Yine de seviniyoruz. Çünkü savaşın devamı, daha çok can ve mal kaybı, daha çok acı ve gözyaşı demek…
Hepimiz biliyoruz ki bu, bir son değil. Er geç yeniden sıcak savaşa dönüşecek. Ve hepimiz o zamana kadar unutup gündelik hayatımıza geri döneceğiz.
Filistinlilerin unutması mümkün değil tabii.
Keşke İslam dünyası da unutmasa.
Özellikle yöneticiler, bilim adamları, aydınlar…
Sadece Filistin’i değil, bütün acılı coğrafyaları…
Ve bu halin sebeplerini, bundan kurtuluşun çarelerini…
Her alanda kalkınmayı, güçlenmeyi…
Halkı ile barışık olmayı…
Adaleti, eğitimi…”
Şimdi şu camideki vatandaşın hatırlatması ile buna bir de Romanlar ve Suriyeliler eklendi…
Romanlardan az önce söz ettim.
Suriyeliler de çok uzun bir fasıl. 10 yıldır devam eden büyük bir acı. Bir milyonu aşkın ölü, milyonlarca sakat, dünyaya yayılan milyonlarca mülteci, açlık, sefalet, perişanlık, geride kalan yanmış yıkılmış koca bir ülke… İşin siyasi boyutu ve müsebbipleri bir tarafa çok büyük bir insanlık suçu/ayıbı/günahı… Ve daha devam ediyor. Tünelin ucunda ise en ufak bir ışık görünmüyor.
Ya biz, bizimkiler? Türkiye’nin gündeminde de haftalardır mafya, siyaset, devlet, derin devlet ilişkileri birinci sırada. Doğru veya yanlış, iddialar korkunç! Uyuşturucu, şiddet, tecavüz, cinayet, tehdit, komplo, rüşvet, şantaj, yolsuzluk, ihanet, dış güçler, kara para, yalan dolan, ne ararsan var… Şuyuu vukuundan beter işler… Ve bunların hepsinin üzerine örtülen, vatan, millet, din, iman edebiyatı. İnsan, olan bitenin gerçek olduğuna inanamıyor. Nereye varır, nasıl sonuçlar doğurur bilemiyorum, ama bu haliyle bile çok büyük bir zarar verdiği kesin. Özellikle gençler üzerinde çok uzun ve yıkıcı etkileri olacaktır.
Ve içinde dolaştığım mahallenin ve bu mahallenin içinde bulunduğu şehrin, Urfa’nın durumu… Eski Urfa’nın sokakları… Sinesinde acı tatlı birçok hatıraları gizleyen, yıpranmış, yorulmuş evler… Tarihi taş duvarların arasına, üstüne, sağına soluna iliştirilmiş kırık dökük betonarme ilaveler… Bu evlerin içinde yaşayan çoğu işsiz ve hepsi yoksul insanlar… Kim bilir ne zorlu hayatlar, ne acıklı hikâyeler vardır?
Huyumdur, canım sıkıldı mı, daha çok sıkacak şeyler peş peşe sökün eder. Hekimdede, Urfa, Türkiye, İslam dünyası ve bütün dünya, bütün bir insanlık… Nasıl bir dünya bu, nasıl bir insanlık?
Havanın sıcak olmasının, çoktandır hareketsiz kalan bedenimin hamlamasının da etkisi var mıydı, bilmiyorum. Bugün gelmekle iyi mi ettim diye düşündüm bir ara. Sonra kendi kendime sitem ettim: “Ne zamana kadar bekleyeceksin? O devasa sorunlar çözüme kavuşacak mı? Senin elinden bir şey gelir mi?” Daha bir sürü soru… Bir hayli tecrübeliyim, kendimi iyi tanıyorum, bıraksam canımı daha çok sıkacak… Derin bir nefes aldım. Bir istiğfar çektim. Arkasından bir besmele… Kendi görevimi hatırlattım kendime; “Gücüm kadar sorumluyum. Ben, bana düşeni yapmalıyım.” dedim bir kere daha.
Olumlu bir şey de geldi aklıma; Ramazan’ın ortalarında başlayıp bayram sonuna kadar devam eden 17 günlük tam kapanma ve yapılan aşıların etkisi ile korona salgını bir hayli gerilemiş durumda. Haziran ayı ile yavaş yavaş normal hayata dönülecek gibi. Hâlâ kafamın gerisinde bir takım endişeler olmakla beraber salgın başladığından beri ilk defa bu kadar umutluyum. Aşılarımı yaptırmış olmanın verdiği bir rahatlık da var tabii. Maske takmak her zaman sıkıntılı, ama sıcaklarda daha zor. Cebimde taşıyorum, yalnız yürürken çıkarıyorum, birilerine yaklaşırken takıyorum. Zaten çok az takan var. (20 Mayıs 2021)