Nejat Karagöz
8 Eylül 2014
Geçen hafta sonu Şanlıurfa Atletizm Kulübünün 42. Arhavi Kültür ve
Turizm Festivali kapsamında katıldığı yarışta bulundum.
Dolu dolu geçen 3 günlük bir festivalin ardından Urfa’ya dönüş biraz
kekremsi bir tat verdi doğrusunu söylemek gerekirse… Çünkü orada geçen üç gün
içerisinde hiç güneş yüzü görmemiş, zaman zaman çok hafif serpiştiren yağmurun
altında görülmeye değer yerlerin hemen tümünü gezmiş, yurdumuzun bu insanıyla,
coğrafyasıyla, yeşiliyle, tertemiz havası ve suyuyla eşsiz benzersiz
güzelliğine hayran kalmıştık hepimiz. Oysa yaklaşmakta olduğumuz memleketimiz
hala kırk derece sıcaklıkla boğuşuyor, adeta kavruluyordu. Dağlarımızın
çırılçıplak oluşu ise yüreğimizi burkan ayrı bir dertti…
Arhavi, Artvin ilimizin şirin mi şirin bir ilçesi ve nüfusu sadece 13
bin kadar…
Buna mukabil belediyecilik ulaşılabilecek maksimum düzeyde idi. Ve
organizasyon o derece başarılı idi ki 13 bir nüfusu olan bu ilçenin her akşam
beş bin kişisini festival alanına çekmeyi başarmış, olağanüstü bir başarıya
imza atmıştı.
İnsanları bir ailenin fertleriymiş gibi, gece geç saatlere kadar
eğlenirken bir tek olumsuz vakaya rastlanmıyordu. Bir tek kavgaya, gürültüye,
klakson sesine, hele de bir tanecik olsun dilenciye rastlayamamış olmaktan,
deyim yerindeyse adeta şaşkınım…
İlçenin ekonomisi canlı olmakla birlikte imkânlar çok kısıtlı. Dağ
yamaçlarına serpilmiş çok küçük, adeta mendil kadar tarlalarda yapılan çay
tarımı ilçenin en önemli geçim kaynağı. Tabii turizmi de unutmamak gerekir.
Bütün bunları şunun için anlatma gereği duydum:
Bizim nüfusu iki milyonu bulan, gerek tarımda, gerek turizmde ülkenin
lokomotifi olabilecek potansiyele sahip memleketimizi yönettiğini sanan
billboardgüzellerinin oradaki belediyecilik başarısı karşısında nasıl eriyip
gittiklerini göstermek istedim.
İlçenin yüzölçümü kadar arsaya malik zenginlerin yaşadığı, Türkiye’nin
en pahalı gayrimenkullerinin pazar bulduğu, milyonlarca ekilebilir arazisi
olduğu halde kendine yetecek kadar tarımsal ürünü bulunmayan, patlıcanı,
domatesi, biberi, meyveyi başka illerden getiren, dünyanın sayılı barajlarından
birine sahipken dünyanın en pahalı ve bir o kadar da kısıtlı elektriğini
kullanan bu bahtı kara memleketin bir sakini olmak insanın içini acıtıyor
doğrusu…
Ve aslında beceriksizliklerini her türlü şaklabanlıkla kamufle etmeyi
başarabilen ama icraata gelince gözünü yere diken, yüzbinlerce oy’unu aldığı bu memleketin insanına karşı zerre kadar saygı ve
vefa duymayan bu güruhun oralardan, insanlık adına, belediyecilik adına,
yöneticilik adına öğrenecekleri o kadar çok şey var ki…
Ancak bir hakkı da teslim etmek gerekir. Belki de bu kadar oy veren
insanların beklentileri düzeyinde bir belediyecilik yapılıyordur da biz
farkında değilizdir!
Sonuçta başka yerlerde gördüklerimizle memleketimizde göremediklerimizi
karşılaştırdığımızda bizi nasıl bir yangının sarmaladığını her gün biraz daha
iyi anlıyoruz.
Umarız çok geçmeden herkes anlar…