Mehmet Göncü
16 Aralık 2015
Kıymetli
okuyucularım, bildiğiniz gibi üzerinde yaşadığımız ve adına dünya dediğimiz
canlı hayatın sürdürülebilmesi, ekolojik dengelerin kurulması ile ancak mümkün
olabilmektedir.
İşte
bu gerçekten yola çıktığımızda; görüyoruz ki, doğa yani tabiat ana ‘Ne
zalimdir, ne de merhametlidir. O olması gerektiği gibidir.’
Çünkü;
bahse konu tarifler, izafi yani göreceli tanımlamalardır.
Ne,
neye göre zalim ve Ne, neye göre merhametlidir.
Sevgili
okuyucularım, bakınız doğal denge ile ilgili vereceğim somut örneklere:
Kaplanlar
olmasa Hindistan ve Burma’daki ormanlar kısa bir zaman dilimi içerisinde yok
olacak kadar azalır.
Keza;
sürüngenler kemirgenleri tüketmese yeryüzü farelerle dolar,
Fareler
olmasa, yeryüzü böcek istilasına uğrar.
Kuşlar
olmasa karasinekler kısa sürede dünyamızı tamamen kaplayacak kadar çoğalır.
İşte
bu örnekleri yüzlerce ve de binlerce defa çoğaltmak mümkün.
Bu
manada felsefeciler canlılar arasındaki bu enerji transferi olayına eko sistem
içerisinde canlıların bir terfi etme anlamı yüklemişlerdir. Kuzunun kurtta
yeniden hayat bularak daha güçlü bir canlıya dönüşmesi gibi.
Otun
ete çevrilmesi, kuzunun kurtta yeniden hayat bularak daha güçlü bir canlıya
dönüşmesi gibi.
Neyse,
biz konunun felsefi boyutunu ilgili bilim adamlarına bırakarak dönelim bu günkü
yazımızın konu başlığına.
Aziz
okuyucularım, bildiğiniz gibi insanoğlu da bu doğanın bir parçası olup ondan
soyut da bir canlı değildir.
Fakat
insan ilahi yasalar gereği belli bir zaman süreci içerisinde şuurlanıp
yüceldikten sonra düşüncesine yorum getirebilme yeteneğini kazandı.
Bu
gelişme ona çok önemli şeyler kazandırdı.
Örneğin;
doğada zayıf düşene gücünü kayıp edene yer yoktur.
Ama
insan uygarlaşma ölçüsü ile doğru orantılı olarak zayıfı ve gücünü yitireni
koruma altına almış, bu manada hastaneler, bakım yurtları gibi insani
kuruluşlar ihdas ederek, zayıfı ve gücünü yitireni koruma altına almıştır.
İşte
bu nedenle de; ‘Eşrefi mahlûkat’ unvanını almış ve bunu da hak etmiştir.
Ancak
bilinen bir gerçek de var ki; henüz istenilen düzeyde uygarlaşamamış toplumlar
ve bireyler az oranda da olsa ilkel güdüleri ile hareket ederler.
Değerli
okuyucularım, bu hususta örnek vermeye gerek var mı? Zira her gün Suriye’deki
iç savaştan kaçıp Avrupa’ya sığınmacı olarak gitmeye çalışan (Aylan bebek ve
ailesinin dramı gibi) yüzlerce olay gözümüzün önünde cereyan ediyor.
Bu
manada; geçmişte ve günümüzde henüz tam istenilen düzeyde uygarlaşamamış
olanları konu eden mani ve atasözleri var.
Bu
sözlerin aklımda kalanlarını değerli yorumlarınız için aşağıya aktarıyorum:
‘Dara başi, darak al, dara
başi. Dosti bile el olur, düşerse dara başi’
‘Düşmiyesen,
salın gel düşmiyesen, düşenin dostu olmaz, Ceht et ki düşmiyesen.’
‘Lülesi altın olsa, akmayan
testi olmaz. Kendisi aslan olsa düşenin dostu olmaz’
‘Dost
bilme iyi günde yanında olanı, dost bil kötü günde elinden tutanı.’
Dürüst
ve şeffaf bir toplumda; engin gönüllü dostlarınızın çok olması dileğiyle kalın
sağlıcakla.