İbrahim Dülger
2 Nisan 2008
Gece Köprübaşında ”Dünyanın En eski kentine hoş geldiniz” yazısı ışıl ışıldı. Bir başka hava vermişti kentin en işlek caddesine. Bir anda sevinesi geliyor insanın, ışıklandırmalarla Beyoğlu’na benzemiş diyorsunuz içinizden.
Havalardan caddeye doğru indirince gözlerinizi, loş bir ortamla karşılaşıyorsunuz. Saat 21 suları. Çarşı tümüyle kapalı gibi. Banyodan veya sinemadan çıkıp; üstüne dondurmalı baklava, şurup veya süt içenleri bekleyen pastaneler veya kahve, sinema çıkışı kimlilerinin midelerinin kazınan bir tarafını gecenin son saatlerinde doldurmak için bekleyen ciğerciler. Geceleyin en son kapanan dükkânlar bunlar..
Kimi keyifçilere de ezilen yüreğini bastıracak acımı acı, tuzlu, ekşi dürümler. Daha olmazsa gece yarısını geçse de uykulu gözlerle kendisini bekleyen eşine yaptıracağı bir sulu kıymanın hazzından sarhoş olarak, kâbuslarla dolu bir gecenin koynuna kendini bırakmak gerek…
Aşağılara doğru gidince, dükkânların nerdeyse tümü kapalı. Gece ışıklandırmaları bile yok çoğu dükkânın. Çarşı insan kaynıyor. Caddede aralıklarla park etmiş tur otobüslerinden inen yerli turistler, ihtiyaçlarını almak için sağa sola, sokak aralarına boş yere koştururken, açık olanın önünde kuyruklar… Lokantalar bile kapalı. Ve gün boyu sattıkları yağı bolca kebaplardan kokan çarşı…
Bir kongre için birkaç günlüğüne geldiği Urfa’da yemeklerden dolayı uğradığı sindirim terörüne karşı (Kabızlık, ishal, intile) Kendini bir tıp merkezine atıp, doktordan ivedi çare isteyen bilim insanları. Bu saatte meyve nerede bulunabilir diye sormakta.
Günlerden Cuma akşamı, kent esnafı, sözüm ona günü birlik turistlere hizmet etmekten yorulup evine çekilmiş.
Nerede dükkân sahipleri?
Akşamını iple çektikleri sıra gecelerinde.
Daha kuşluk vakti olmadan komşusunun aceleyle kapattığı dükkânın darabansının sesi havada dolanırken kendisi niye dursun ki. Bereket versin. Bugün hafta içine göre iyi. Nafaka çıkmıştı. Akşam sırada yiyeceği köfte ve tatlının hayali ağzını şimdiden sulandırmış, midesi kazınmaya başlamıştı bile.
Turizmimizin yüz akı; Balıklıgöl şehir platosu gezinenlerden yorulmuş bir halde mistik havasıyla akşamın ibadetlerine hazırlık yaparcasına sakinleşmiş, gelir bırakmadan gezinen seyirlik son turistleri uğurlamakta. Akşamın konuklarına gözde yemek; çeşit çeşit kebapları hazırlarken; dumana boğulan konuk evleri ve çevrede; sıra gecesi ekibinin, gölün serinliğinden ve günün yorgunluğundan mest olmuş konuklarına; usul usul başlayan nağmelerle söyledikleri: ”Urfa’nın etrafı dumanlı dağlar’’…
Çarşıda ucuz Çin işi başörtüleri gümüş ve oyuncak satan onlarca dükkândan bir kaçı açık. Eskiden Urfa’ya özgü eşyaların satıldığı Akarbaşı, çerezciler çarşısına dönüşmüş. Çiftehan civarında; sakatat, kuyruk yağları ve açıkta, havada arabaların çıkardığı eksoz dumanı ve tozlara bulanan etler, kanlı kirli önlükleri ile kasaplar panayır görüntüsü verirken, bu manzarayı gören kaç konuğun lokantalarda yemek yiyeceğini tahmin edin. Sağlıksız şekilde motorlarda, kamyonetlerde taşınan etlerin oluşturduğu manzara, çarşıda görevli zabıtalara rağmen bir türlü ortadan kaldırılamadı. Sağlık ve temizliğe önem veren Doktor Belediye Başkanımız döneminde…
Yorgun bir sesle, gezen turistleri lokantaya davet eden kebapçı da son etlerini satıp akşamın sırasına yetişme gayreti içinde. Gün boyu gezinen insanların uğultularının hala kubbelerinde dolaştığı pek sağlıklaştırılamamış halleriyle hanların daracık ara sokakları ve dükkânlarından el ayak çoktan çekilmiş bile. Turistlerin medyada ki olumsuz haberlerden sonra akşamın ilk saatlerinde bile girmek istemeyecekleri mekânlar. Günü birlik turistlerin bolca geldiği bahar aylarında ve hafta sonlarında, açık tutulamaz mı acaba?
Gümrük Hanı kahvelerinde yapılacak tiyatro, müzik, animasyon, film ve slâyt gösterileri, daha çekici kılmaz mı bu alanları. Açık olan esnafa da yarar bu sayede. Bir zamanlar Anzılha gölünde halkın tiyatro ve sanatçıları izlediği sahne yerinde duruyor yıllara tanıklık edercesine.
Ya ince bir nehir gibi uzayıp giden eski kentimin sokakları? Onu ne siz sorun nede ben söyleyeyim. Balıklı gölden başka kent turizminde kullanabileceğimiz son kozumuz. Hanlar bölgesine, çarşılara yakın alanlar talan edildi bile. Güzelim evler yıkılıp uyduruk kaplama taşlarla, (güya aslına sadık kalınarak) dükkânlara ve pasajlara döndürüldü hemencecik. Derme-çatma uyduruk. Özgünlüklerini de yok ederek. Adlarını da dinsel merkezlerden seçip kutsallaştırarak (Medine çarşıları, ucuzluk pazarla- rı…pasajları) Çoğu ithal ürünlerin pazarlandığı çarşılar. Fakir fukaranın özrüne lekesine bakmadan ucuz diye alış veriş yaptığı yerler. Bir ucu Harrankapı’ya ulaştı. Satılık ev afişleri. Tescilli de olsa bir punduna getirip yıkılıveriyor duvarları geceden. Yapılan inşaatların temel kazılarında birkaç katman yerleşmenin izleri görülüyor apaçık. Kuttuk minaresi ile Eski Ömeriye Cami’nin Tabelasını okuyorum. Urfa’nın fethinden sonra Müslümanların yaptığı ilk cami. Restorasyon ve onarımlarla geçmiş yıllarla ilişkisini çoktan bitirmiş. Çevresindeki evler dükkâna dönüştürülmüş. Eski kentin sokaklarını, güzelim evlerini bitiren bu anlayış ölümcül bir virüs gibi hızla yayılmakta. Buralara işyeri ruhsatı kim verir, nasıl izin verilir göz göre göre? Ana caddelerin makyajı ile uğraşırken eldeki dünyanın en eski kentinden olduk bu gidişle. Yaptırımı yok mu bunun? Yüz yıllık Köroğlu Kahvehanesi de nasibini almış bu talandan. Önündeki mekân kamulaştırıldığı için kapanmış, Kunduracı dükkânlarına dönüşmüş çaresiz. Oysa, eski kahvehaneler, kentlerin nesilden nesile devredilen bellekleri gibidir. Yok oluşuna üzüldüm, oturduğum mekânlardaki arkadaşlarım anımsayarak.
Dünyanın en eksi kentlerinde buna izin vermezler zira..
Sonra; bu kadar kalabalık nüfusun girip çıktığı alanlarda araçların parkı için mekân mı lazım? Kolay! Birkaç güzelim evi yık, otopark olsun. Hava fotoğraflarından bakınca eski kentin bedeninde açılmış koc koca onulmaz yaralara benziyor.
Suçlusu?
Yok. ıdare et, bişe olmaz, haraba evdi zaten.
Bozulmadan, yozlaşmadan her sokak nasibini almış hemen hemen. Uyduruk briket ikinci katlar. Acemice sıvanmış veya fayansla kaplanmış duvarlar. Tam bozulmamış birkaç sokak dokusu cumbalı ev görüp sevinirken, Sacdan ve varillerden yapılmış minare gözünüze ilişiyor aniden. Çevrede estetik yapıları ile minareler var, ezan sesi zaten duyulmakta, ne gerek sanki? Hem de ziyaret yeşiline boyanmış acemice. Üzülmemek elde değil kent dokusunu bozmasının yanı sıra; bize görkemli eserler bırakan geçmiş insanların çabalarına ve anlayışlarına saygısızlık gibi.
Geçmişte Medeniyetler yaptıkları ölmez kalıcı eserlerle övünür, kendinden öncekilerini geçmek için yarışırdı. Ayasofya’yı yapan Doğu Roma ımparatoru Jüstinyen Süleyman mabedini kastedip, ”Seni de yendim Süleyman” derken, Osmanlının Ayasofya’nın karşısına yaptırdığı Sultan Ahmet Cami’nin zarafeti, görkemi bir yarış, meydan okuma değimli sizce de?
ıbni Haldun Ünlü Mukaddimesinde: Abbasi Hükümdarı, Harun Reşit’in heybetini ve büyüklüğünü kıskanıp, yıkmak istediği ıran Kisra sarayını, Memun’un Mısırda Firavunların yaptırdığı Piramitleri yıkmak isteyip masraflarından ve danışmanlarının tavsiyelerine uyarak bundan vaz geçtiklerini anlatır. Ardından ıslam Rönesans’ı ile başlayan dönem. Görkemli; Bağdat, Samarra, Fustat, Harran gibi şehirler inşa edilir Ölmez eserler yaratılır günümüze kadar gelen.
Çirkin, varilden, sacdan plastikten yapılan minareler; Bu çağda, bu teknoloji ile kültür mirasyedisi gibi hor kullandığımız bu güzelim eski kent dokusuna ve her şeyin güzelini ve olumlusunu salıklayan, ıslam dininin ruhuna ve öğretilerine yakışıyor mu? Kent içinde sayıları gittikçe artan bu minarelere engel olacak kurum yok mu? Belediye ve Müftülük engel olamaz mı? Diyanet ışleri Başkanlığı’nın Camilerin Peyzaj ve düzenlemesi ile ilgili yönetmeliğinin yayınlandığını sanıyorum. Bu konuda harekete geçilmeli vakit geçirmeden. Güzelim taş yapıların üzerinde karikatür vari halleri ile kültür miraslarını devraldığımız insanlara karşı mahcup bir halde yanlarından geçerken üzüntümden bir şeyler yapamadığım için kendimi de suçlayıp onlara layık olamadığımızı mırıldanıyorum. Öyle ya bakın son altmış yılda kalıcı ve gelecek nesillere devredeceğimiz kaç yapımız, eserimiz var?.Eski güzelim eserleri yıkıp, çirkin beton binaları dikmekten başka.
Ha! Son olarak da beton yığını apartmanlarımızın ön cephelerine güzel görünsün diye Avrupa’daki binaların süslemelerinden seçilmiş öğeleri aşırıp yapı kimyasalları ile yapıştırıp kullanmak, yapılarımıza bir Avrupa kültürü havası verirken, geçmiş kültürümüzün ana öğesi eski kent yapılarımızdaki süsleme öğelerini kullanmayışımıza ve saygısızlığımıza, yozlaşmamıza ne demeli?
Hitler’in bombalamaktan çekindiği Çeklerin başkentinde Prag halkı zarar görmesin diye kentlerini Almanlara ve Ruslara savaşmadan teslim ederken, Kültürel miraslarına olanca saygıyı gösterip, korunan eski kent dokusundan kazandıkları turizm gelirleri ile bu günkü toplumlarının refahına da en güzel yatırımı yapmış oluyorlardı.
Kısa günün kârı hesabı ile eski kent dokusunun yok edildiği Urfa’da, gelecek nesiller için böyle bir şans var mı acaba?
(ıletişim Cep: 0 536 980 66 64/[email protected]