İbrahim Halil Okuyan
8 Aralık 2006
“Bir Ülke dinsiz yaşar ama adaletsiz yaşayamaz..” demiş arif kişilerden birisi. Adaletsizlik kolay geliyor ama adalet güç yerleşiyor. Yerleşince de tadına doyum olmuyor. Adaleti sağlanmış bir Ülkede yaşamak saadetlerin en büyüğü.
Türkiye ve Avrupa Ülkelerinin hemen hemen hepsinde demokrasi yaşandı ama “dünyaya örnek adalet görüldüğü” iddia edilemez. Bizde ve başka Ülkelerde isminde “Adalet” bulunan partiler de kurulmasına rağmen oraların halkları büyük ölçüde adaletsiz yaşadılar. Hele bir kısım ülkelerin başka ülkelere uyguladığı çifte standartlar “adalet sarayları”nı bile küllüğe çevirdi, oralarda adalet gülleri hiç görülmedi. Avrupa ınsan Hakları Mahkemesi (AıHM) bile acayip adaletsizlikler yapıyor. Adalet çizgisi genelde birçok yerde saptırılmış durumda. Zulmü ile meşhur Saddam’ı daha meşhur gaddar bir zalim olan Bush’un mahkemesi yargılıyor. Mahkeme Bağdat’ta ama ipleri elinde tutan Washington’daki Bush. Dünya buna da “Adalet” diyor. Bakalım Bush’u yargılayacak bir adalet bulunabilecek mi?…
Dünya bu hayali kursun, bu adaleti bekleye dursun, o eski adalet abidelerinde dersleri de herhalde tekrar görmesi oldukça zor olacak… Dört Halife devrindeki, Osmanlıdaki “cihanşümûl” adaletler bugün mazide kaldı. Kimse artık Halifelerin, Osmanlı “Kadı”larının seri, kesin parmak ısırtıcı olgunluktaki adil kararlarını göremiyor. Kimse artık eskisi gibi “Berlinde hakimler var” diyemiyor. Dünya gerçek adalete bir hasret kalmışlık içinde. Çifte standartların, ikiyüzlülüklerin arenasında kıvranıp duruyor. Ortaçağlara, hatta ilkçağlara bir imrenme durumunda. Eski adaletlerin dirilmesini, yine dünyaya hayat vermesini bekliyor.
Meşhur, adaletin abide şahsiyetlerinden Nuşirevan birgün akradaşlarıyla ava çıkmıştı. Adamlardan birinin şansı yaver gidiyordu. Semiz, dolgun etli bir geyik avladı. Geyiği ormanda pişirirken tuzlarının olmadığını fark’ettiler. Adamlarından birinin en yakın köye gidip tuz getirmesini istediler.
Nuşirevan, yola çıkan adamı geri çağırıp para verdi ve tenbihte bulundu. “Bunu al, tuzu aldığın kişiye ver. Devletin para ile tuz alması bir gelenek haline gelsin. Köylü perişan olmasın.” dedi. Yanındakiler hayret ettiler. “Bir parça tuzdan ne olacak ki…” dediler.
Nuşirevan, “Zulüm başlangıçta az idi. Her gelen birşey kattı, büyüdü büyüdü, bugünkü halini aldı. Sultan halkın bahçesinden bir elma yerse, adamları ağacın kökünü söker. Bir yumurtayı almakla zûlmü başlatan hükümdarın, emrindeki kişi tavuğu yemek için şiş’e saplar..” diyerek gasp’ın, vurgunculuğun kademe kademe nasıl büyüyeceğine işaret gösterdi.
Ve bugün işte namuslu insanların tahammül gösteremiyeceği derecede kötü durumlara geldik. Kimse yolunda rahat yürüyemiyor, Gücü yeten, yettiği kimsenin malını, hata canını hiçe sayarak çarpıp kaçıyor. Kimse kimseye acımıyor. Daha büyük vurgunların peşinde koşuluyor.
Teşbihte hata olmaz. Öküz’e; “Ne çok yiyorsun, bu kadar oburluk olur mu?.” diye sormuşlar. “Hayali ihracatçılara ve banka hortumcularına göre biz oruçlu sayılırız..” diye cevaplamış.
Üstelik adaletimiz bunlara gerekli cezayı vermeği, halkın hakkını almayı, yürekleri soğutmayı elde edemiyor. Cezalar yetersiz kalıyor. Edenin ettiği yanında kâr olarak duruyor.
Söylemekle bitmez, tükenmez bu adalet öyküleri. Eskilere bir türlü hasret çeker, yenilerle bir başka türlü yanarız.