Mahmut Çepoğlu
28 Temmuz 2006
Zaman zaman anı olarak yazdığım, sizin “fıkra” diye okuduğunuz yazılarıma konu olan şeyh öyle bildiğiniz sarıklı cüppeli şeyhlerden değil. Üstelik o zamanlar Ortadoğu’yu gezmiş, ticaretle uğraşan insanlardan biri. Sadece kendilerini peygamberin soyundan kabul ettiklerinden çevrelerinde herkes onlara “evlad resul” (peygamber evladı) bilir “şeyh” diye hitap eder, bilir, tanır dolaysıyla saygı gösterirler. şeyhin başında kadifeden dikilmiş yeşil bir külahı vardı. Yıllar sonra gördüm kilosu artmış, sadece külahını değiştirmişti. Saçları boyalı külahı siyahtı. O yüzündeki gülümseme yılların bıraktığı derin çizgiler de o eski tatlılığı vermiyordu artık. şeyhle dostluğumuz uzun yıllara dayanır. Devamlı gelip evimizde kalan şeyhe birde ben misafir olmaya karar verdim. Aslında birazda işimizin gereğiydi. Lise yıllarımdı, okul tatile girince ben de birkaç günlüğüne de olsa şeyhin köyüne gideyim dedim. Tabiri caizse yola düştüm. Hep gelmemi isteyen şeyh gelmemden memnun olacağını biliyordum. Zaten aramızda fazla yaş farkı da yoktu. Kamyon simsarlarının “yallah yabo Mardin’e, üstü açık makine” dedikleri zamandı. Mardin üstü Midyat ilçesine gittim. O zamanlar böyle vasıtada olmadığı gibi cep telefonu (GSM) hiç yoktu. Onların köyünü sordum. Bana tarif edilen dükkana gittim. Dükkanda benim köye gitmem için at ve katır aradılar, ancak o saatte bulamadılar. Çünkü odun yükleyip getirenlerin odunları satılmamıştı. Dükkan sahibi ona köye gidecek yolcu olduğunu yükünü ona satmasına istedi. Adam yolcu lafını duyunca iki kat fiyat istedi. Anlaşamadılar. Başka bir yöne yöneldik. Köye giden bir eşek kervanı vardı. Eşek sahipleri bana dönerek; “biz şimdi köye gitmiyoruz. Sen bir eşeğe bin, sana eşlik edecek olan eşekleri takip et. O köy bizim ilk durağımızdır. Eşeklerin durduğu yerde şeyhin evini sor, sana gösterirler” dedi. Kendi kendime olur-olmaz, düşündüm-taşındım başka çaremde yoktu. Aynı zamanda yol yorgunuydum. Bir an önce köye varmalıydım. Eşekler dediği gibi kendi istedikleri bir yürüme şekliyle beni getirdiler. Bir çeşme başında durup su içtiler ben de pınarın gözünden biraz içim. Mendilimi ıslattım başıma koydum ve yoluma devam ettim. Bir iki köy geçtik şeyhin köyünde dedikleri gibi molaya durdular. Bende eşekten atlayıp şeyhin evini sordum. Çok kolay buldum. şeyhin köyde ki evine üç gün misafir kaldım. Misafirlik sırasında her sabah mutlaka sütlü kahve içilirdi. Sabah kahvaltısı hep doğaldı. Her şey tazeydi. Düzenli günde üç övün yemeğimiz verilirdi. Gelen müritlerin getirdiği meyvelerden bol bol yerdik. Oğlak kuzu derken kimi zaman tavuğa razı oluyorduk. Üç gün boyunca bağları dolaştık. Dağdaki yabani meyvelerden bolca yedik. Av yaptık, komşu köyleri ziyaretlere gittik. Komşu köylerden ziyaretçiler gelirdi. Geceleri uzun sohbetler oluşuyordu. Onlar çoğu zamanlarını ibadetle geçirirlerdi. Onlar ibadete başlarken yazın kavurucu sıcağında ben damın üstündeki tahta çekilir uyurdum. Üç gün sonra şeyh beni eve göndermek üzere atlarına bindirdi ve ilçeye gitmek üzere yola düştük. Ben ata binerken “ korkma bin, bu Harran’dan getirdiğim taydır, uysaldır yumuşak toprakta büyümüştür, iyi huyludur.” dedi. Süslenmiş ata bindik, geride kalanlarla vedalaştık ve yolumuza devam ettik. şeyh o çevrede çok saygın olduğunu öteden beri biliyordum. Köyden, tarladan geçerken köylüler koşup şeyhin elini öpüyor, hayır duasını alıyordu. ılk köyde beni de şeyh ailesinden sanıp elime öpmeye başladılar. Ben “estağfurullah “ deyip elimi çekiyordum. şeyh benim sıkılıp elimi çektiğimi görünce “ bırak” dedi “öpsünler.” Sözüne devamla “ denizin yanında olan sudan mahrum olmaz.” dedi