Ömer Ayaydın
9 Ağustos 2016
Kaba tabiriyle
“halkın kendi kendini yönetmesi” olarak bilinen demokratik yönetim, dünyadaki
en yaygın yönetim şeklidir.
Doğrudan demokrasinin temellerinde bir boşluk
vardır ki; bu yönetim şeklinin bir ayağının yere basmasını engellemektedir. Yönetimi, prensipte halkın seçtiği yöneticilerin yine halkı yönetmesi mantığına
dayandırılsa da, aslında “bir kesimin ya da çoğunluğun yöneticisini” seçtiği
genelleme ile yürütülmektedir. Buna göre; genelleme yapılan bir devlet
yönetimde, çoğunluğun oluşturduğu grubu (partiyi) iktidar sahibi yaparak
kendileriyle birlikte tüm vatandaşlara aynı hak ve imtiyazların sunulması
realitesi demokrasi kültüründe asla var olamamıştır. Çünkü “çoğunluk biziz o
halde biz güçlüyüz” gibi bir toplum algısı oluşmakta ve kendilerinin dışında
kalan tüm kesimlerin kendilerini zayıf ve iradesiz hissetmelerini
sağlamaktadır. Bu durum eşitlik
ilkesinin ortadan kalmasına ve halkın bölünüp taraflara ayrılmasına sebep
olmaktadır.
Demokrasi kelime anlamıyla da yunanca dimos (ahali) ve kratos (iktidar)
köklerinden türetilen dimokratia kelimesinden oluşmaktadır. Bu yönetim şekli;
İktidarın sahibi halktır felsefesiyle ortaya çıkmasına rağmen Aristoteles ve
Platon tarafından “ayak takımının devletleri yönetmesi” eleştirilerine maruz
kalmıştır. Devleti yöneten insanların; iktidarı halkın aleyhine kullanma
riskinden ortaya çıkan bu eleştiriler, filozoflar tarafından sürekli dile
getirilmesine rağmen alternatif bir yönetim şekli sunamadığından etkisiz
kalmıştır. Hatta Platon “DEVLET” adlı kitabında “Ya yöneticiler filozof olmalı
ya da filozoflar yönetici” sözüyle ünlenmiştir. Platona göre devleti
yönetenlerin belli kriterleri taşıması anlamına geldiği anlaşılmaktadır. Ancak
platon söz konusu kitabında, devlet işiyle uğraşanların tümünün aynı kriterleri
taşıması gerektiği ana fikrini oluşmaktadır.
Yerleşik hayata
geçen insanoğlu, toplu yaşam kurallarının uygulanması için bir yönetim şekline
geçme ihtiyacı hissetmiştir. Seçme-seçilme gibi teoride mantıksal gelen
fikirler üzerinden yeni modeller oluşturulmuştur. Demokratik yönetim şeklini
seçen ilk toplumlar, aslında iktidar sarhoşu olan yöneticiler yaratmaktan çok
devlet işlerini olağan ekseninde yürüten memurlardan ibaret olan bir yapılanma
tasarlamışlardır. Ancak bu yapılanma zamanla iktidarı bireysel menfaatleri ve
kibirleri doğrultusunda kullanmaya başlayınca giderek evrimleşmiş ve bugünkü
halini almıştır. Yani demokrasinin “halkın kendi kendini yönetmesi” ayağı
teoride var ancak pratikte demokrasi adı altında başka rejimler
uygulanmaktadır. Bazı ülkeler kendi rejiminin tanımı yapılırken demokratik,
laik hukuk devleti ifadeleri kullanırken bu sistemlerinin hiçbir tam olarak
uygulanmamaktadır. Aslında bu kurallar toplu yaşam kültürünün kaynağıdır.
Demokrasi ile aldatmak ifadesinin altında da aslında toplumu toparlayıp
yönetmesi gereken bu demokrasi kuramının, toplumu parçalara ayırarak daha küçük
yapılar oluşturması gerçeğinden yola çıkılmıştır. Oluşturulan küçük
devletçikler artık “küçük güç” olarak kodlanarak daha büyük güçler tarafından
her zaman ezilmeye müsait bir konumda kalacaklardır. Adına her ne dersek
diyelim hedefi toplum yaşamını yine halkın istediği gibi yürütmek isteyen bütün
devlet rejimleri için halkı hep daha büyük bir halk tarafından yönetmektedir.
Bu da dünyanın küresel güçler tarafından yönetildiği savlarını
desteklemektedir.
Bilmeyenler için
belirteyim; Komünizm, Sosyalizm, Liberalizm, Anarşizm, Faşizm gibi akımların
hepsi demokratik yönetim şekilleridir. Yani biz kendi demokratik anlayışımızı
canımız pahasına korurken, karşı çıktığımız diğer bir görüşün de kendi
demokrasisinin erdemleri üzerinden hareket ettiği realitesini idrak
edememekteyiz. Bu durumu, din içerisindeki tarikatlara benzetmek kısmen doğru
olsa da; aynı ligin içinde birbirleriyle mücadele eden spor kulüplerine
benzetmek daha doğru olacaktır. Holiganlık ve partizanlık hareketleri bu yüzden
bir paralellik göstermektedir. İslami ya da Musevi ya da diğer dini kesimlerin
benimsediği bir yönetim şekli isteyen toplumların, demokrasiyi bir düşman
olarak göstermeleri de demokrasinin yozlaşmasına çanak tutmuştur. Çünkü
Teokratik rejimde halk iradesi yerine Tanrı iradesi ifadesi yer alır, beşeri
varlıkların koyduğu kuralların dünya hayatı için mantıksal olmaması anlamı
taşımaktadır. Oysa gerçek demokratik rejim uygulandığında şeriat ya da diğer
teokratik anlayışların da bu organizasyon içerisinde rahatça varlığını
sürdürecektir.
Gelelim günümüz
demokrasi kültürüne; dünya genelinde bakıldığında en yaygın olan yönetim
sistemi demokrasi olmasına rağmen, otoriter ve teokratik rejimler hemen arkasından
gelmektedir. Yine dünya ülkelerinin rejim terminolojisi incelendiğinde ortaya
şöyle bir tablo ortaya çıkmaktadır. Dünyada güç sahibi olan bir devletler, gücü
elinde tutmak için sömürgecilik (emperyalizm) kuramıyla, hedef devletin idaresi
güçsüzleştirmek suretiyle düzenlerinin bozulmasını sağlamaktadır. Yaşam
koşulları ve insan kaynakları değişen bu toplumlara bir proje operasyonu ile
başka bir rejim empoze edip, artık o halkın rejimin değişmesi gerektiğini yine
o haklarına söyletmektedir. Netice olarak da “siz kendi kendinizi
yönetemiyorsunuz, onun için biz size yeni bir oluşum kurup devamlılığınızı
sağlayacağız” gibi nazik (!) bir ifadeyle söz konusu hedef ülkenin yönetimini
kendi elleriyle kurup yönetirler. Bu operasyonları uygulayan güçlü ülkelerin
dili farklı olsa da yöntemleri hep aynıdır. Afrika’nın büyük bir bölümü bu
operasyonlar sonucu “demokrasi getirmek” adı altına Avrupalı Kapitalist
ülkelere bağlamış adları ve kökleri ne olursa olsun artık Beyaz Adam’ın
istediği gibi yaşamaya alıştırılmış ve ıslah edilmişlerdir. Ortadoğu ve diğer
üçüncü dünya ülkelerine bakıldığında da kurgu hep aynıdır. Size “Size demokrasi
getireceğiz” denilip ülkeleri parçalara ayırmak ve dahası dünyayı yeniden
dizayn etmek için operasyon denilen etapları uygulamaktadırlar.
Türkiye’ye de
bakacak olursak, bizim de diğer zayıf ülkeler gibi kendi yaptığımız gelecek
planlarının yine büyük güçlerin planlarının bir parçası olduğu günümüzde net
olarak görülmektedir. Yani 1960’lı ülkemizde yıllarda uygulanan oyunları idrak
ettiğimizde, onlar 80’li yılların planını devreye sokmuşlardı. Biz sağ-sol diye
öldürülen vatandaşların neden öldürüldüğünü anlamaya başlarken, onlar 2000’li
yılların planını hayata geçirmişlerdi. Biz henüz 2000 li yılların oyunu deşifre
etmişken günümüzde yaşanan olaylar yine bir plan doğrultusunda işlenmektedir.
Yani bir hep planın bir adım gerisinde kalarak büyük planı kaçırmaktayız. Ne
zaman ki biri gelip bu büyük planı tam olarak anlar ve insanlara anlatmayı
başarırsa o zaman Türkiye için “özgür devlet” tanımlamasını yapabiliriz.
Çünkü özgürlük,
bütün rejimlerin esiridir.
Ömer AYAYDIN
twitter.com/omerayaydin
(3 Ağustos 2016)