Mahmut Çepoğlu
28 Nisan 2006
ılimizin manileri arasında söylenen cinaslı bir dörtlük var. “Ben de yetim / sen öksüz ben de yetim / binmişsen aşk atına / yavaş sür ben de yetim. Öyle çok yetimli bir çevrede bölgede yetiştik ki nice yetim çocuklar bilirim. Kimisinin babası, hudut boyunda mayın tarlalarında canını telef etti, kör boğaz, nafaka uğruna… Kimileri çocukları “muhannete muhtaç” olmasın diye, tütün kaçakçılığında sinesini verdi kurşunlara, duvar diplerinde yetimler bırakarak… Kimileri kan davasına, namus belasına, kimileri töreler adına verdiler bedenlerini… Kimileri bilmediği, tanımadığı diyarlarda emperyalist yayılmalar uğruna, hayatını doya doya yaşamadan gitti. Huzur arayışında kaybettiğimiz, mutluluğa hasret insanlardan geriye hep yetimler, öksüzler kaldı. Niçin yazdım dersiniz bu dramatik cümleleri. Geçen gün bir televizyon haberinde bir kadın Sayın Başbakanımıza yaklaşıyor ve medet diliyor. “Benim yedi yetimim var” diyor, sahiplenmesi anlamında yardım talep ediyor. Başbakan öteden beri alışa gelmiş üslubuyla, şefkat ve merhamet duygularını bir yana bırakarak “benim de yetmiş milyon yetimim var” demesi beni hayli düşündürdü. Önce o yedi yetimin, kaçı topluma yararlı birer birey olarak nasıl yetişeceğini düşündüm. Elbette ülkenin refah düzeyinin yükselmesi, gelir dağılımın eşit şekilde yapılması her şeyin başında gelir. Biz bireylerin kurtuluşundan değil toplumsal kurtuluşun çabası içindeyiz. Böyle sahipsiz, yardım ailelerde elbette olacaktır, ancak…! Bu tür olayları elinin tersiyle itmemek gerekir. Kaldı ki; bu gibi durumları her gün televizyon programlarında izliyoruz. O ailenin sahiplenmesi gerektiği gibi, güzel bir üslupla birilerine havale edilirdi, yardım edilmese bile…. Öteden beri bir süre gelen bir addettir, Cumhurbaşkanı ya da Başbakan ve bakanlar halkın içine indikleri zaman; birileri mutlaka onlardan yardım talebinde bulunurlar. Tek sığınacak kapı devletin kapısı, o kapıdan girmek devletin himmetli kollarına atılmak yardım dilenmek bir addettir. Koruma ordusunu aşabildikleri taktirde arzuhallerini bildirirler. Kimileri dilekçelerle ulaşmaya çalışırken, birileri doğrudan ulaşır. Hastalığı için yardım talep edenler olduğu gibi kimisi hapishanelerdeki günlerinin sayılı olduğunu çaresiz, müzmin hastalıklara yakalandıklarını, ömürlerinin son günlerini dört duvarın dışında geçirmek istemeyen dilekçelerini ulaştırmaya çalışırlar…Her şey onların iki dudakları arasında… Ben şimdi şu yetim meselesini biraz açmak istiyorum. Ben kendimi Cumhuriyetin sahibi, kollayanı ve koruyanı olarak gördüğüm bir T.C. vatandaşıyım… Ama ben hiç kimsenin yetimi olarak kendimi görmüyorum. Üstelik Cumhuriyetin yaşaması için elimizden ne gelirse yapacağımızdan kimsenin şüphesi olmasın. Cumhuriyetin hoş görüsüne faydalanarak yılda üç yüz altmış beş gün Cumhuriyetin altını oyanların onun yaşam damarlarını kesenlerin ne derece Cumhuriyettin sahibi olduklarını bilmemiz de fayda var. Dahası beş yılda bir Cumhuriyetin görkemli kutlamaları yapılırken, her gün ellerinde balta Cumhuriyetin gövdesine vuranların nerelerde durduklarını da bilmiyor değiliz. Cumhuriyetçi argümanlar kullanarak kendine göre mesaj verenlerin neler yaptıkları, samanın altından su yüzdürdüklerini hep izliyoruz. Alışmadığımız bir üslupla yedi yetimin sahibini azarlayan için kimsenin “gıkı” bile çıkmadı. Başka zamanlar çok şeyin borazanlığını yapanlar şimdi susuyorlardı. Havuzlarına akan musluklar kapanırda ondan…şimdi siz gidin o verilen cevabı kadının yüreğinden sorun. “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” diyen yüce düşünce ve erdem sahibinin kelâmını nereye koyacağız. “Vatan, Millet, Sakarya” sözde olmuyor “Halep ordaysa arşın burada” Yetmiş milyonun içinden hortumcular, çeteler, eroin satıcıları, hırsızlar, kapkaççılar ve daha kimler yok ki…. Yine bu yetmiş milyonun içinde, binlerce holding, şirket, iş adamı, fabrikatör var. Bunların hepsi o yetim kadınla eş değerse, onların hepside yetimse vay o kadının haline…Kaldı ki ekonominin düzeldiğini enflasyonun tek rakama düştüğünü söyleyenler düşenin enflasyon değil, insanların alım gücü olduğunu biliyorlar da söylemek hesaplarına gelmiyor. Bir yerden hatırladığınız bir sözle bitireyim. “O kadar enayi miyiz ki doğruyu söyleyelim…”