Ebru Okutan Akalın
17 Aralık 2019
Editör’den
Peki sizce Urfalı olmak nedir?
Okul anıları öğrencileri tarafından dilden dile aktarılarak adeta bir efsane haline gelen Urfa’nın en önemli öğretmenlerinden birisi olan Celal Aşar röportajı ile tüm okurlarımıza yeniden merhaba demek istiyorum. Sevgili büyüğüm Aşar ile ilk olarak çocukluk yıllarımda rahmetli babamın yanında gazetemiz Hizmet’te karşılaşmıştım. O çocuk halimle bile takım elbisesi, gömleği, kıravatı, güler yüzü ve nazik tavırlarıyla çok özel birisi olduğunu anladığım Aşar ile yıllar sonra yine aynı gazetede röportaj yapmak kısmet olmuştu. Ancak röportajdan bir süre sonra hayatımdaki en değerli iki insanı anne ve babamı bir trafik kazasında kaybetmiştim.
Yaşadığım derin üzüntü nedeniyle röportajı uzun bir süre yayına hazırlayamamıştım. Geçtiğimiz günlerde bilgisayardaki eski dosyaları karıştırırken karşıma çıkan düzenlenmemiş röportajı okur okumaz aslında onunla gerçekleştirdiğim sohbetin ne kadar değerli bilgilerle dolu olduğunu görmüştüm. Aşar, son zamanlarda giderek öğrenci odaklı bir eğitim anlayışını benimseyen veli ve bürokrasi arasında sıkışan, yorulan, tükenen öğretmenlerimiz ve öğretmenlik mesleğinin ne kadar kıymetli olduğunu o kadar güzel anlatmıştı ki bunu bir an önce okurlarımızla paylaşmaya karar verdim. Artık amacım örnek bir öğretmen olan Celal Aşar’ın nezdinde bin bir zorlukla mücadele ederek mesleğinin hakkını vermeye çalışan öğretmenlerimize gösterdiğimiz saygı ve sevgi üzerine düşünmeye davet etmek olmuştu.
Kararımın hemen ardından röportajı redakte etmek için bilgisayar başına oturmuş ve yayına hazır hale getirmiştim. Böylece kimi zaman öğrencilerini kendi çocuklarından bile ön planda tutan Celal Aşar bana yeniden başlamam gerektiğini de öğretmiş ve yine ne kadar iyi bir eğitimci olduğunu kanıtlamıştı. Bu açıdan röportajın benim için yerinin ayrı olduğunu belirtmek ister, hepinize keyifli okumalar dilerim.
Urfa’da bir nesil için öğretmen denince akla ilk gelen birkaç isimden birisiniz. Biraz kendinizden bahseder misiniz ?
1959/1960 öğretim yılında 17 yaşında Mithat Paşa ilkokulun vekil öğretmenlik yaptım. 1960 da Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesinde Coğrafya okudum. 1964/1965 öğretim yılında Urfa Lisesinde göreve başladım. 1979 Kasım ayında İzmir’e gelerek İzmir Atatürk Lisesinde yine idareci olarak görev yaptım ve 1995 de emekli oldum. Şimdi 77 yaşındayım, 45 yıllık evliyim. İki oğlum ve iki tane de erkek torunum var.
Celal Aşar ismi nasıl markalaştı?
Estağfurullah, marka demeyelim de çok çalışmak, emek vermek ve sağlam bir hafızaya sahip olmak diyelim. Örneğin ben halen 50 yıl önceki bir öğrencimin hangi sınıfta okuduğunu, hangi elbiseyi giydiğini hatırlayabiliyorum. Bu anlamda o dönem öğrenci sayısının azlığı, ilkokul, ortaokul ve lisenin bir arada olmuş olması da işimi kolaylaştıran bir unsurdur. O zamanlar ilkokula başlayan bir öğrenciyi, liseden mezun ediyorduk. Bu süre zarfında çocukların ruhunu anlama fırsatımız da oluyordu; kim nedir, nasıldır diye. Sonra ailesini tanıyorduk. Evi nerede, annesi, babası, dayısı kim bunların hepsini biliyorduk. Ben çocuklara, mesela teneffüse çıktıkları zamanlarda çok dikkat ederdim. Bakardım kim o yerdeki kağıt parçasını alır, kim etrafı kirletir. Daha sonra o çocuklara gidip yanlış olanı bilsinler ve öğrensinler diye uyarılarda bulunurdum. Hep adil davranmaya çalıştım. Örneğin asla 100’lük bir kağıda 98 vermedim veya 98’lik bir kağıda 100 vermedim. Kimsenin hakkını yemedim. Ben bir öğrencinin oturuşundan bile onun nasıl biri olduğunu az çok anlardım. Öğrencilerim beni hep sevdi çünkü onlara karşı hep doğru davranmaya çalıştım. Kızdığım anlar da oldu elbette ama çocuklar niye kızdığımı çok iyi bilirdi. Bir hususta kızıyorsam bu onların menfaati içindi. Öğrencilerime çok zaman ayırdım. Çocuklarım büyüdüklerinde bana sitem etti, baba bizimle hiç ilgilenmedin diye. Evet oğlum, sizin ihtiyacınız yoktu ama o çocukların vardı dedim. Yani sözün özü çok fazla emek verdim. Karşılığını da sevgi ve saygı ile aldım.
Bu sevgiyi nasıl verdiniz? Kendi hocalarınızdan bahsederken, onları hatırlarken “Burnumun direği sızlıyor” diyorsunuz. Bu miras size onlardan mı kaldı ?
Hocalarım bana sevgi verdi ve kendilerine aşırı saygı duymamı sağladılar. Onlardan aldığım sevgiyi ben de öğrencilerime verdim. Şükür ki karşılığını da aldım. Çok güzel bir duygu bu. İnsan hayatta ne yaparsa, karşısına o gelir. Kendi çocuklarımı da belli bir yere getirdim. Çok şükür, tepkilerini de zaman içinde dindirdim. Onlar da beni anladı.
Öğrencilerime karşı hep samimi oldum. Örneğin Adil Saraç ve eşi benim öğrencimdi. Onun dedesi de benim öğretmenimdi; Salih Saraç. Adil çok sigara içiyordu. Edebiyata da o zamandan merakı vardı. Çağırdım kendisini dedim ki: “Adil edebiyatta diş estetiği çok önemlidir. Dişlerini her gün fırçala çünkü şiir okurken, konuşurken dikkat çeker”. Adil bu söylediklerime alınmadı çünkü benim samimiyetimi, niyetimi biliyordu. Başka öğretmen olsa karışmazdı ama ben öğrencilerimin her şeyini önemser o yüzden karışırdım.
Öğrencilerinizin tırnaklarından, dişlerine kadar ilgilenmiş hiçbir detayı atlamamışsınız. Öğretmenlik zaten zor bir meslek bu sizi daha fazla yıpratmadı mı?
Hayır, çünkü disiplin anlamında en ufak bir sorunla karşılaşmıyordum. Öğrencilerim bana saygı gösterirlerdi. Mesela benim öğrencilerim kesinlikle ayağını sıranın dışına çıkartıp oturamazdı. Çünkü artık alışmışlardı disiplinime, yeni gelenler de arkadaşlarından duyup, öğrenirlerdi.
Kız öğrencilerim beni merdivende karşılardı. Hemen çantamı alır, gözlüğüm tebeşir olmuşsa gözlüğümü temizlerlerdi. Kara kaşımıza, kara gözümüze değildi bu ihtimam. Karşılıklı sevgiye, saygıya ve emeğe dayalıydı. Neye emek verirseniz o işte başarılı olursunuz. O yüzden de şimdi beni gören öğrencilerim el öpmek için kuyruğa giriyorlar.
Sana bir anımı anlatayım. Barakadan bir yer yapmıştık. Dört sınıflıktı. Bir tane deli Ayno vardı. Gelirdi “Hocam para ver” derdi. Para isteyebilirdi hocasından, böyle güzellikler vardı işte.
Mesela bir çocuk ‘R’ gibi bazı harfleri telaffuz edemiyordu. Çocuğa gel bakalım, ben dönmeyen dilleri döndürürüm, dedim. Devamlı reçel, revani gibi ‘R’nin içinde olduğu yazılar verip, okuttum. Çocuk kısa sürede düzeldi. Emek verdik, çocuk da karşılığını verdi.
Eğitime hep önem verdim, hiç yorulmadım. Zaman zaman haftada 33 saat ders okuttum. Bir defa müfettiş geldi “Celal bey sen ek dersler için ücret almamışsın” dedi. Ben de “Evet ben fahri okuttum” dedim. Para umurumda bile değildi, ben çocukların bir şeyler öğrenmesinin peşindeydim.
Öğrencilerin öz bakımlarının yanı sıra okulda da temizliğe de çok önem verirdim. Ben sınıfa girdiğimde koridorlara paspas yapılırdı.
Bana lakap takmışlardı ‘Kibar’ diye. Önceleri kızardım. Sonra gülüp geçmeyi öğrendim. Evet kibardım çünkü. Evin en küçüğü olduğum için kız gibi yetiştirilmiştim. Bir de güzel konuşuyordum, güzel giyiniyordum. Ee bizimkiler ‘hep gel lan, git lan’a alışmışlar. Ben öyle demiyorum, gerekirse lütfen diyorum. Onun için de kibar kalıyordum.
Aslında biliyor musunuz insanın gelişiminde üç şey çok önemlidir; aile, okul ve arkadaş çevresi. Aile iyi olur ama çevre bozuk olursa çocuk yön değiştirir.
Yatılı okul zamanlarında, çocukların her şeyi ile ilgilenirdim. Onların dolaplarını düzeltirdim. Mahcup olurlardı, gelirlerdi “Aman hocam ne yapıyorsunuz, bırakın biz yaparız” derlerdi. Başta da söylediğim üzere ben temizliğe çok önem veririm. Yatılı okullarda tuvaletler kötü durumdaydı. Arkadaşlara derdim gelin buraları beraber temizleyelim. Bir gün temizlemeye gittim, hademe “Aman hocam yapma, senin işin değil” dedi. Fakat bende senin işin, benim işim diye bir düşünce yoktur. Ben herkese yardım ederdim elimden geldiği kadar. Belki de bu yüzden bu kadar sevilirdim.
Ülkenin zor zamanlarıydı o yıllarda Hocalık yapmak nasıldı?
Zordu doğru, bu kadar bolluk yoktu. Biz kitaplarımızı çimento kağıdı, gazete kağıdı ile kaplardık. Mesela ben 800 bin ölçekli o Türkiye haritası vardır ya, o haritayı bizim yerel tatlımız palıza ile yaptım. Palıza nişasta ile yapılır ve yapıştırma özelliği vardır. O zaman yapıştırıcı yok, bir şey yok. Parşömen kağıttan 800 bin ölçekli haritayı ekmek tahtasının üzerinde yapmaya çalıştım. Üstlerine o nişasta ile yaptığım yapıştırıcıyı sürdüm ve daha sonra bizim meydanda bir marangoz vardı, ona götürüp orada haritayı yaptırdım.
Keman çalıyordum on beş tane klasik koro kurdum. Dünya çapında eserler yaptılar. Verdiğim emeğin karşılığını onlardan da aldım. Urfalı gazeteci Bekir Coşkun koromda kanun çalardı. Klarnette Mahmut Güllü, Udi Abdullah Ertekin öğrencilerim arasındaydı. Bediha Demirkıran’la, Alaattin Şensoy’a çaldılar konserlerde. Bana da izlemek, dinlemek nasip oldu. O kadar yetenekli çocuklardı. Yaşar Özden vardı Allah rahmet etsin. Çok güzel hoyrat okurdu. Öyle güzel zamanlarım oldu ki müzikle ilgili ama bıraktım artık. İlgilenmedim daha sonra.
Peki sizce Urfalı olmak nedir?
Urfalı merttir, misafirperverdir, sözünün eridir.
Urfalının misafirperverliğini nasıl anlatırsınız?
Urfa’da misafirperverliği şöyle anlatayım; Şimdi bir arkadaşınla birlikte akşam eve doğru yürürdün. Evin kapısına geldiğinde, illa gel ev yakınlığına, akşamlayalım, der yemeğe davet ederdi. Bu tarz samimi davetler sadece arkadaşlar arasında olmazdı. Eskiden uçak falan yoktu. Hacca gidenler karayolu ile giderlerken Urfa’da konaklarlardı. Bu yol üstü uğrayan hacı adaylarını şehir halkı karşılardı. Herkes evine bir misafir almak için nerdeyse kendi arasında kavga ederdi. Kısacası hiç tanımadığımız bu insanları evlerimizde ağırlamak için birbirimizle yarışırdı. Anlayabiliyor musun?
Peki geçmişte Urfa nasıl bir şehirdi?
Urfa denince aslında her ev başlı başına farklı bir hikayedir. Anlatmak zordur. Kendine has, ilginç fıkraları ve deyimleri vardır. Örneğin bir gün Mustafa Bengisu derste bir çocuğu kaldırıyor “Bugün ne yediniz?” diye soruyor. O da “Hocam eliyin artığı kıymalı ekmek” diyor. Eyyah! Böyle bir Urfa tabiri vardır. Diğerine soruyor “Ahmet sen ne yedin?”, “Hocam ayıptır söylemesi, eliyin artığı kıymalıdan kadayıf yedik”. Eliyin artığı, söylemesi ayıp anlamına gelen Urfa’ya özgü bir tabirdir. Urfalının her konuda olduğu gibi yemek konusunda da tevazusunu gösterir. Bu meseleleri çoğaltmak mümkündür.
Tabii eskiden Urfa çok küçüktü. Hemen hemen herkes birbirini tanırdı. Yoksulluk vardı. Biz sap yastıklar üzerinde ders çalışırdık. Gün olurdu okuldan gelirdik, yemek olarak kuru ekmek olurdu üstüne salça sürer, bir güzel yerdik. Bize hep müthiş bir zevk verirdi. Başka bir yemek aramazdık. Bizim aslında kültürümüz böyleydi; zengini de, fakiri de böyle yapardı. Sınıf farkı yoktu.
Sonra yıllar geçti yaşlandık. Şimdi ayrı tabaklar, ayrı masalar, ayrı evlerimiz var. Güzel zamanlardı, özlemle anıyoruz.