Mehmet Sarmış
25 Temmuz 2021
Urfa’da havalar çok sıcak. Bir kısım dostlar, tehlikeli olur, yaz boyunca yürüyüşlerine ara ver diye tavsiyelerde bulundu. Bir ara ben de bunu düşündüm, ama sonra baktım ki alışmışım, bırakırsam canım sıkılacak. Üstelik başladığım bu işi, artık mecburi ve fakat zevkli olan bu görevi bir an önce bitirmek istiyorum. Devam etmeye karar verdim.
Küçük oğlum Muhammed Erdem de bana eşlik etmek istedi. Bundan ben de çok memnun oldum. Kendisi ile daha önce böyle uzun süreli bir gezimiz/yolculuğumuz olmamıştı. Böylece baba oğul farklı bir tecrübeyi paylaşacaktık. Üstelik onun Eski Urfa’yı tanıması, sevmesi, bilinçlenmesi ve bunun sonucunda ileride Urfa için bir şeyler yapabilme ihtimali az şey değildi.
Yanımıza birer şapka aldık. Birer şişe de su.
Aylar önce, bu yürüyüşlere ilk başladığım ilk zamanlarda “Köprübaşı’ndan Aşağı Çarşıya Yürüyüş- 11 Aralık 2020 Cuma” başlığı altında bütün çarşı boyunu uzun uzun yazmış olduğum için bu sefer başlangıçtaki bazı tarihi mekânları kısaca hatırlatacağım.
Yürüyüşümüze Ulu Caminin Yıldız Meydanı tarafındaki doğu kapısından, yani ana kapısından başladık.
Yıldız Meydanı, Urfa’nın en ünlü meydanlarından biri. 1957-1959 yıllarında Urfa Valiliği yapmış olan Kadri Eroğan tarafından 1958 yılındaki imar faaliyetleri sırasında açılmış, adını da daha önce orada bulunan Yıldız Hamamından (Eski Paşa Hamamı) almış. Halkın sevip “Babo” diye andığı Kadri Eroğan, maalesef yol açmak için Urfa’da pek çok tarihi eseri yıktırmış biridir.
Ulu Cami’nin güneyinde, yönümüzü batıya çevirdiğimiz için solumuzda eski bir medrese binası var. Şimdiki binanın yerinde daha önce Selahaddin Eyyûbî (1137-1193) zamanında yapılan başka bir bina varmış. O bina Anadolu’da yapılan ilk medreselerden biri imiş. O binadan günümüze sadece Ulu Cami girişinde yer alan kuzey duvarı ve bu duvar üzerindeki kitabesi ulaşmış. Şu anda mevcut olan yapı ise, Müderris Nakibzâde Hacı İbrahim Efendi tarafından 1781 tarihinde o eski Eyyubi medresesinin kalıntıları üzerine inşâ edilmiş. Bina Cumhuriyet döneminde ilkokul olarak kullanılmıştır. Benim çocukluğumda burada Atatürk İlkokulu vardı. Bu okul 1982 yılında Yusuf Paşa Mahallesindeki yerine taşınınca bina Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından onarılıp Eyyübiye İlçe Müftülüğüne bağlı Ulu Cami Kur’an Kursu olarak hizmet vermeye başladı. Geçmişte buranın üst katında bazı toplantılara iştirak ettiğim için biliyorum, avlusu, eyvanı, odaları ve odaların iç donanımı son derecede güzeldir. Batıdan bir kapı ile Ulu Cami’ye açılır.
Girişin sağ tarafında ise Urfa’nın en meşhur türbelerinden biri yer almaktadır. 17. yüzyılda yaşayan ve zamanının evliyasından kabul edilen Şeyh Ebubekir’in türbesinin yanında eskiden bir de sebil varmış. Birer Fatiha okuyarak Ulu Camiye doğru ilerledik.
Ulu Cami, yani mahalleye ismini veren Cami-i Kebir.
Caminin genç imamı Fatih Kahvecibaşı ile önceden tanışıyoruz. Henüz 30 yaşında, uzun boylu, yakışıklı, güzel konuşan, okuyan, yazan, yaptığı işin bilincinde olan idealist bir hoca. Çok sayıda hafız ve hoca yetiştiren “Kahvecibaşı” ailesinden bir hafız. Ulu Cami gibi şehrin en önemli camilerinden birine onun yaşında birinin görevlendirilmesi, işinin ne kadar ehli olduğunun bir göstergesi. Dün telefon edip öğlen namazında geleceğimi söylemiştim. Namazı müteakip caminin son cemaat yerinin doğusundaki, Urfa’da “hücre” denilen imam odasına geçtik. Bu küçük, güzel döşenmiş odada çay ve bol miktarda soğuk su içerken Müslümanların genel ve din adamlarının özel sorunları üzerine sohbet ettik.
Bir arada içeriye giren Suriyeli bir kadın, yarı Arapça yarı Türkçe bir lisanla ve daha çok hal diliyle kaldığı evin kirası için yardım istedi. Çaresizlik içinde yan yakıla ağlıyordu. Bizim de içimiz çaresizlik içinde parçalandı. Bir değil, yüz değil, binlerce böylesi var. Bizimkiler içinden de hali onlarınkine benzeyen az değil. Hangi birine yeteceksin? Fatih Hoca, ders almaya gelen bir genç vasıtası ile kadını yakınlardaki Gönüllü Kuruluşlar Aşevine yönlendirdi. Biraz sonra bu sefer 20-25 yaşlarında, psikolojisi pek de normal olmayan başka biri girip yardım istedi. Hoca onu da ikindiden sonra gelmek üzere gitmesi için ikna etti. Allah’ım, ne kadar çok yardıma ihtiyacı olan insan var? Her birinin derdi bir türlü. Yapılacak iş çok, yapması gerekenler nerede? Ne yapıyorlar? Güçleri ne kadarına yetiyor? Ne kadarını yapıyorlar?
Yolumuz uzundu, hocanın işi de vardı. Onun için sohbeti bir yerinden kesip kalktık. Caminin içinde dolaşırken de hoca bize eşlik etmek istedi. Bu sefer Ulu Cami üzerine konuşmaya başladık.
Burada daha önce bir sinagog varmış. 5. Yüzyılda Piskopos Rabula tarafından St. Stephan adıyla kiliseye dönüştürülmüş. Çok sayıdaki kırmızı (aslında pembe) renkteki mermer sütunları dolayısıyla “Kızıl Kilise” olarak da adlandırılan bu kilisenin yerine daha sonra şimdiki cami inşa edilmiştir. İnşa kitabesi bulunmadığından, ne zaman ve kim tarafından yaptırıldığı bilinmemekle beraber Zengiler zamanında XII. Yüzyılın ikinci çeyreğinde (1170-1175) yaptırılmış olabileceği tahmin edilmektedir. Enine dikdörtgen şeklindeki planına dayanılarak Artuklu eseri olabileceğini de söyleyenler vardır.
Bu caminin, eski bir kilise olmasının yanı sıra Hıristiyanlar açısından önemli bir yanı da ortadaki giriş kapısının doğusuna bitişik niş içerisinde bulunan kuyudur. İsa Kuyusu… Rivayet göre Urfa’da hüküm süren Abgar Kralı Ukama, amansız bir hastalığa yakalanır. Ölüleri bile dirilttiğini duyduğu Hz. İsa’ya bir mektup gönderip ülkesine davet eder. Hz İsa görevi gereği gelmeyip krala bir mendil gönderir. Yüzünü sildiği için suretinin çıktığı bu kutsal mendil sayesinde kral şifa bulur. Bu mendil asırlarca Urfa’da gizli bir yerde muhafaza edilir. Bir rivayete göre kale surlarının birinin altında. Daha sonra yapılan bir anlaşma gereği önce İstanbul’a, sonra da Vatikan’a götürülür. Fakat başka bir rivayete göre bu kuyuya düşer veya atılır. O yüzden kuyunun suyu kutsal kabul edilir.
Hıristiyanlar arasında çok yaygın olan bu inanış Urfa halkı arasında da devam etmektedir. Nitekim biz daha caminin içerisinde bu konuları konuşurken yanımıza gelen 14-15 yaşlarında bir genç bu kutsal sudan almak istediğini söyledi. Fatih Hoca, gör işte hocam dercesine bana bakınca, ben de kısaca o gence, bunun bir Hıristiyan efsanesi olduğunu, dinimize göre bu suyun bir kutsallığı olmadığını, belki ve ancak Mekke’deki Zemzem suyunun kutsal kabul edilebileceğini anlatmaya çalıştım. Genç ikna olup çıktı. Camiden çıkarken kuyunun başında durduk. Hava alsın diye delikli bir camla kapatılmış ve ışıklandırılmıştı. O an değil de daha sonra bu yazıyı yazarken aklıma geldi: Madem bize göre kutsal değildi, o zaman bu özel muamele neyin nesiydi?
Turizm için mi? Halkın memnuniyeti için mi?
Nitekim dışarı çıkınca o gencin ve ailesi olduğu anlaşılan beraberindeki kadınların kutsal su talebi tekrarlandı. Bir kere daha şahit oldum ki, siz istediğiniz kadar konuşun, halk böyle şeylere inanmayı seviyor, istiyor.
Tekrar ve daha uzun sohbet etmek üzere sözleşip Fatih Hocadan ayrıldıktan sonra Erdem’le beraber hızlı bir şekilde avlunun içinde dolaştık. Bu arada iki hafta önce bir vesile ile ziyaret ettiğim Diyarbakır Ulu Camii geldi aklıma. Orada da bizimki gelmişti. İster istemez mukayese ediyor insan. Biraz burukluğa sebep olsa da kabul ediyorum, Diyarbakır Ulu Camii bizimkinden çok daha büyük ve gösterişli. Fakat ona göre mütevazı olsa da bizimki de “ulu” bir cami.
Sohbet dolayısıyla bir hayli vakit kaybettiğimiz için acele etme gereği duydum. Batıdan doğuya hızlı bir tur yaptık. Bu arada Erdem’e de kısa bilgiler verdim. Caminin üç kapısından biri olan batı kapısı Kubbemescit Sokağa ve Demokrasi Caddesine açılıyor. Kuzeybatı tarafında Urfa’nın en büyük ve en eski hazire/mezarlıklarından biri var. Burada Haçlılara karşı şehit düşen yedi komutanın mezarı ile Nakşi Tarikatının “Halidî” kolunun kurucusu Mevlana Halid-i Bağdadi’nin H.1239/M.1823 yılında vefat etmiş olan küçük oğlu Şahabeddin Ahmed’in türbesi bulunmaktadır. Önünde durup mezarda yatan herkes için birer Fatiha okuduk.
Türbenin ön kısmında, zemin kotu avludan bir metre kadar yükseklikte yazlık namazgah bulunmaktadır. Avlunun ortasında ise mermer kaidesinin üzerinde metale kazınmış güneş saati yer almaktadır. Ortadaki zarif şadırvan 1995 yılında yapılmıştır. Caminin doğusundaki tuvalet ve abdest yerleri de yakın zamanlara aittir.
Caminin en meşhur parçalarından biri, avlunun kuzey doğu köşesinde yer alan minaresidir. Yıkılan kilisenin çan kulesi olup sekiz köşelidir. Çevresi ile yüksekliği birbirine eşittir. Bunu eskiden beri bilirim, ama yanına sokulup o kadar düşündüğüm halde kafamda bir türlü oturtamam. 1940’lı yıllarda minarenin uzaktan şapkaya benzeyen üst tarafına saat takılmış ve saat kulesi olarak değerlendirilmiştir. Eskiden Ramazanlarda iftar ve sahur topu buradan atılır ve her taraftan duyulurdu.
Bundan birkaç ay önce caminin avlusu ile ilgili olarak basına birçok olumsuz haber yansımıştı. Ben de gelip incelemiş ve şu yazıyı yazmıştım:
“ULU CAMİ’NİN GÜVENLİĞİ
Urfa’nın en büyük, en eski, en önemli camilerinden biri. Büyük bir avlusu ve haziresi ile doğu, batı ve kuzey yönlerinde üç kapısı var.
Bütün camiler yatsı namazından sonra dış kapılarını kapatırken onunkiler kapanmıyor. Bu yüzden güvenlik sorunları yaşanıyor.
Hazine avcıları, kuzeydeki tarihi duvarlarını yıkıp harabeye çevirmiş. Hırsızlar kablolarını kesmiş ve ışıldaklarını çalmış.
Madde bağımlılarının yuvası olmuş. Sık sık girip sağda solda ateş yakıyorlar. Bir ara sulama hortumlarını bile yakmışlar.
Kenarda köşede kırılan tarihi mezar taşları insanın içini acıtıyor.
Son olarak avluya dikilen bir fidanın geceleyin kimliği belirsiz bir genç tarafından kırıldığı görüntüler güvenlik kameralarına yansımış.
Şehrin merkezindeki bu kadar önemli bir camide meydana gelen bu olaylar insanı şaşırtıyor.
Durum defaatle ilgili kurumlara rapor edilmiş, ancak içinden yol geçiyor diye gece kapıların kapatılması için izin çıkmamış. Oysa korktuğu için kimse o yoldan geçmiyor. Zaten caminin hemen güneyinde alternatif bir yol var.
Yarın çok daha vahim durumlar olmadan gereken tedbirler alınmalı.
Caminin avlusu, gecenin karanlığında her türlü suçu işlemeye müsait bir ortam sunuyor.
Allah korusun, caminin namaz kılınan kısmı da saldırıya maruz kalabilir. Hırsızlık, yangın vb.
Bir de kuzey kapısının önündeki meşhur “Karanlık Sokak” sorunu var. Sokağın batısındaki büyük tarihi evin hali içler acısı. Göz göre göre yıkılıyor.
Bu kadar önemli bir eser nasıl bu halde bırakılır? Şaşırmak mı, kızmak mı, üzülmek mi lazım gelir?
Duyunca ve görünce yazmayı görev bildim.
Sesimi duyan olur mu?”
Aslında duyduklarım çok daha vahimdi, ben sansürlemiştim.
Sesim duyan oldu. Çok yoğun bir destek geldi. Bazı yetkililere de telefon ederek duyurdum.
Gelen tepkilerin artması üzerine Valiliğin duruma el koyduğu, ilgili birimlerin harekete geçtiği ilan edildi. Ancak sonradan öğrendiğime göre bir gelişme olmamıştı.
Bugün de o tarafları özellikle inceledim, her taraf eskisi gibi duruyor. Gel de dertlenme! Çok yazık! Çözümü bu kadar basit bir sorun nasıl böyle sürüncemede bırakılır?
Aklım almıyor.