İbrahim Halil Okuyan
28 Mart 2006
Emniyet Teşkilatı mensupları arasında bitkilerin dilinden anlayan bir kısım uzmanların bulunduğunu, bunların bir salonda veya bir odada, bulunan çiçeklerin dilinden ve halinden anlamak suretiyle orada işlenen cinayeti veya başka olayları çözdüklerini, suçluların bu yöntemle yakalandığını vaktiyle bir kitapta okumuştum. Böylesine üzücü bir olayda tavırlarını ortaya koyan bitki ve çiçekler, sevinçli bir olayı da aynen yansıtabiliyorlarmış. Yeter ki, onların dilinden anlayan olalım. Emekli bir Emniyet mensubu ve aynı zamanda ender rastlanan bir çevre gönüllüsü olan dostumuz Sn. Mehmet Göncü, 9 Mart 2006 tarihli Gazetemizde kaleme aldığı; “Bu sene de yeni dikilen bazı fidanlarla konuştum” başlıklı yazısında, şehrimizde yeşili ve orman alanlarını arttırmak için çalışan şahıs ve teşeküllere minnet duygularını ifade ederek sözü ağaç ve fidanlarla konuşmaya getiriyor; “Belki inanmayacaksınız ama geçen gün kaldırımlara yeni dikilen bazı fidanlarla konuştum.” diyor ve fidanların elimizden neler çektiğini, susuz ve bakımsız kaldıklarını, resmi kurumların dışında kimsenin kendileriyle ilgilenmediğini, çocukların fidanları yaşatmamak için ellerinden gelen her kötülüğü yaptıklarını, kimsenin bunlara bir öğüt vermediğini üzülerek anlatıyor. Eminim ki Sn. Mehmet Göncü ve diğer bir ağaç muhibbi dostumuz Ömer Elçi ağaçlarla bu gibi muhabbetlerden muzdariptirler. Ağaçlardan güzel sinyaller almak, onların sevinçle yaşadığını görmek kadar tatlı birşey olabilir mi? Evet, ağaçlar ve çiçeklerle de, hayvanlarla da konuşulur. Onlarla gönül bağı bulunan, onların ruhundan anlayan insanların nalk’edecekleri çok şeyler vardır. Yazımızı, Sultanahmet Camiinin banisi I.Sultan Ahmet(1590-1617) zamanında yaşamış şeyh Üftâde hazretleri ve öğrencisi Aziz Mahmut Hüdâi’nin konumuzla ilgili hayli meşhur bir menkıbesi vardır: “Bir gün Üftâde Hazretleri müridleri ile beraber bir kır sohbetine çıkmıştı. Emri üzerine bütün dervişler, kırın en güzel yerlerini dolaşarak hocalarına birer demet çiçek getirdiler. Ancak Kadı Mahmut Efendi’nin elinde sapı kırılmış solgun bir çiçek vardı sadece. Diğerlerinin neşeyle elindekileri hocalarına takdiminden sonra Kadı Mahmut, boynunu bükerek bir kırık ve solmuş çiçeği Üftâde Hazretleri’ne takdim etti. Üftâde Hazretleri, diğer müridlerinin meraklı bakışları arasında sordu: “-Evladım Mahmut! Herkes demet demet çiçek getirdikleri halde, sen niçin sapı kırık solgun bir çiçek getirdin?..” Kadı Mahmut, edeple başını önüne indirerek cevap verdi: “-Efendim! Size ne takdim etsem azdır! Ancak hangi çiçeği koparmak için elimi uzattıysam onu “Allah Allah” diyerek Rabbini tesbih eder bir halde buldum. Gönlüm onların bu zikirlerine mâni olmaya razı olmadı. Çaresiz ben de elimdeki şu tesbihine devam edemeyen çiçeği getirmek zorunda kaldım!..” Bu güzel ve mânâ dolu cevaba son derece memnun olan Üftâde Hazretleri’nin dilinden o anda: “-Hüdâyi, Hüdâyi.. Evladım! Bundan sonra ismin Hüdâyi olsun!… Ey Hüdâyı! Bu kır gezisinden yalnız sen nasiplenmişsin..” ifadeleri döküldü. Böylece Kadı Mahmud, Hüdâyi oldu. Zira o artık kâinattaki esrar-ı ilahiyeye ve kudret akışlarına aşina olmuştu. Adeta kâinat, kendisine sırlarını açan bir canlı bir kitap haline gelmişti. Bundan böyle Hüdâyi diye anılan Kadı Mahmut Efendi, haiz bulunduğu üstün ve müstesna manevi mertebesi dolayısıyla hürmeten ismine “Aziz” sıfatı da ilave edilerek Aziz Mahmud Hüdâyi diye yâd olunur.” Lokman Hekim’in ise “Bitkilerle çok iyi bir diyaloğ” içerisinde olduğu bilinir. Hastaların tedavisindeki başarıyı da zaten bu diyaloğa borçlu olduğu söylenir.