Mehmet Göncü
23 Nisan 2009
Bildiğiniz gibi, 18. ve 19. asırdan başlamak üzere 20. asrın ilk çeyreğine kadar geçen sürede, Avrupa ve Asya’nın emperyalist güçleri, Osmanlı imparatorluğunun hükümranlığında bulunan, bazı önemli toprakları, başta petrol olmak üzere bir çok sebebe bağlı olarak ele geçirmeye çalıştılar.
İşte bu nedenle; Sömürgeci, Emperyalist ülkeler, kendi aralarında ittifaklar kurup çeşitli anlaşmalar yaptılar.
Ancak Osmanlı Devletine ait, bu büyük pastanın bölüşülmesi esnasında, az iyi yer, çok iyi yer, benim, senin olsun anlaşmazlığı sonucunda da kendi aralarında kavgaya tutuştular. Nitekim (1914) yılının son aylarında da kendi aralarında saflar oluşturarak fiilen savaşa başladılar.
Bu saflar, ittifak ve itilaf devletleri olarak iki grupta toplandı.
Adına Birinci Cihan veya Harbi Umumi savaşları denen bu harbe Osmanlı Devleti, ilkin girmedi. Ancak Alman İmparatoru İkinci Vilhem’in Enver Paşaya hitaben, “Biraderim Enver” diye başlayan mektubunda, savaşa girmemizin faydaları hususunda kendisini ikna etti. Enver Paşa o tarihte henüz 39 yaşında genç bir paşaydı. Arkasında İttihat Terakki Partisi vardı ve Naciye Sultan’ın da eşi olması nedeniyle Sarayında manevi havası ayrıca gücüne güç katıyordu.
Bana göre; aslında Başkomutan vekili olan Enver Paşa, cesur, kahraman ve vatansever bir askerdi, ama aceleci ve atak kişilik yapısının yanı sıra abartılı özgüveni zamanında alması gereken tedbirlerin gecikmesine sebep oluyordu. Ayrıca bir takım kötü tesadüfler yani şansızlıklarda onun peşini hiç mi? Hiç bırakmadı.
Şimdi kalkıp Enver paşa savaşa girmeseydi iyi olurdu diyemeyiz. Zira; tarihte bir şey olacaksa olur ve nitekim de biz de savaşa girdik. Olması gereken de oldu.
Savaş yedi cephede sürdü, Çanakkale ve Kuttul amere gibi muharebelerde büyük başarılar elde ettik. Nihayet savaş 1918 yılının son çeyreğinde bitti ve biz de 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Ateşkes Anlaşmasını imzalamak zorunda kaldık.
Bu anlaşmanın 7. maddesine göre ve daha sonra imzalanan, Sevr anlaşmasının neticesinde Osmanlı imparatorluğunun büyük bir bölümü emperyalist galip devletlerin eline geçti. Bu arada 7 Mart 1919 tarihinde güzel ilimiz Urfa da istilacı güçlerce işgal edildi.
Bu acıklı durum karşısında, ilkin meclisi mebusan “Misaki Milli” hudutlarını belirleyerek, bu hudutlar içerisinde mücadeleyi öngören bir karar aldı. Bu hudutlar hemen hemen bu günkü hudutlarımızı belirlemekteydi.
İşte bu mübarek dava için önce halkın önderleri Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri kurdular. Sonra bu cemiyetleri birleştirdiler. “Anadolu ve Rumeli müdafa-i hukuk” cemiyeti adını verdiler. Sonra Erzurum ve Sivas’ta cemiyetlerin belirlediği seçilmiş zatlar kongreler düzenlediler ve bir takım hayati kararlar aldılar. Alınan kararlar neticesinde “Heyeti temsiliye” oluştu ve olgunlaşan bu girişimlerin zorlu ve yorucu bir sürecinin sonunda, 23 Nisan 1920 tarihinde Ankara’da ‘TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’ adını alarak kuruldu. İşte bu meclis, bir ulusun yok olma felaketini var olma mutluluğuna çeviren ilk meclistir..
Bu şanlı Meclisin kurduğu hükümetler ülkeyi düşman işgalinden kurtarmış ve Misaki Milli (Ulusal AND) hudutları içerisinde 29 ekim 1923 yılında da genç bir Cumhuriyet kurulmuştur.
Kurtuluş Savaşımız, kahraman bir ulusun topyekün mücadelesinin ismidir ve resmidir.
Bu savaşın liderlerinin başında, askeri ve siyasi bir deha olan büyük vatan kahramanımız Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk vardır. Gazi Paşanın silah ve dava arkadaşlarından olan İsmet Paşa, Rafet Paşa, Rüştü Paşa, Halit Paşa, Kazım Karabekir paşa, Ali İhsan paşalar ve sivil önderlerden Celal Bayar, Rıfat Börekçi gibi muhterem zatlar bu kurtuluş savaşında ciltlere sığmayacak kadar yararlıklar ve kahramanlıklar göstermişlerdir.
Öte yandan bu şanlı mücadelede ve en namüsait şartlarda bile yüksek disiplin ve iman gücüyle zorba işgalcileri püskürtmüş olan kahraman şanlı askerlerimiz Mehmetçikle ve bu ulvi mücadeleye katılmış sivil halkla ne kadar övünsek azdır.
Bugün içinse önemli olan 89 yıl önce kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisindeki başarıları ve o günkü Milli birlik ve berberliğimizin gücünü, her zaman ve her yerde yeni nesillere anlatmak, biz eli kalem tutan ve dili söz söyleyen herkese farz bir görevdir.
23 Nisan’ı kutlarken, o günleri yaşamış ve destanlar yazmış ve şimdi tamamına yakını rahmeti rahmana kavuşmuş olan, ecdadımıza, sonsuz minnet ve şükran borcumuz vardır.
Cenabı Allah hepsinin mekânını cennet etsin…
Dürüst ve şeffaf bir toplumda; lütufta geride, kahırda önde olan dostlarınızın çok olması dileği ile kalın sağlıcakla..