Mehmet Sarmış
3 Ekim 2021
BIÇAKÇI MAHALLESİNDE YÜRÜYÜŞ-9 AĞUSTOS 2021 SALI
Bıçakçı Mahallesi, çarşı tarafı hariç daha önce hiç görmediğim bir mahalle. Önce her zaman olduğu gibi dersime çalıştım. Harita üzerinde bir hayli kafa yordum. Oldukça girintili çıkıntılı olan sokaklarında düzgün bir güzergâh belirlemek zor oldu biraz. Çeşitli yerlerden okumalar yaptım, notlar aldım.
Bu sefer bir şey daha yaptım. Mahallede doğup büyüyen iki Urfalı’dan tavsiyeler aldım. Biri, Mehmet Oymak. Eğitimci, şair, yazar, araştırmacı, uzun yıllar belediye başkan yardımcılığı yapmış, Büyükşehir Belediye Başkan adayı olmuş, konumuz itibariyle en önemlisi de, Urfa’nın tarihi dokusunun korunması üzerine projeler hazırlamış ve uygulamış, yine bu tarihi doku ile ilgili “Adım Adım Urfa” adıyla bir belgesel dizisi hazırlayıp sunmuş, yani bu işlerin ehli biri. Tanışıklığımız 1990’lara kadar gidiyor. Uzun zamandır Ankara’da yaşadığı için zaman zaman telefonla görüşüyor, mesajlaşıyoruz. Sağ olsun işime yarayacak notlar gönderdi.
Notlarından faydalandığım ikinci kişi ise sosyal medyadan tanıştığım Ahmet Dede. O da Bıçakçı Mahallesinin “şeniği”. İl dışında yaşayan pek çok Urfalı gibi o da Urfa’ya olan özlemini sosyal medyadan gidermeye çalışıyor. Onun notları da bir hayli işime yarayacak.
Son günlerde birkaç derece düşse de hava yine çok sıcak. Öğlene doğru yola çıktım. Namazı daha önce hiç görmediğim İmam Sekkakî Camiinde kılıp yürüyüşüme ondan sonra başlamayı planladım.
Otobüsten Akarbaşı’nda indim. Vakit dar olduğu için hiç oyalanmadan İmam Aslan Camiinin kuzeyindeki yoldan mahalleye girdim. Girişte sorduğum üzere batıya doğru ilerleyip Bıçakçı Meydanına ve İmam Sekkakî Camiine vardım.
Önce, camiye ve mahalleye ad olan İmam Sekkakî hakkında bilgi vermek istiyorum. Asıl adı Ebu Yakup Yusuf bin Ebubekir bin Muhammed bin Ali Siracüddin olup, 1160-1229 yılları arasında yaşamıştır. Bugün İran, Türkmenistan, Özbekistan ve Tacikistan sınırları içinde kalan Harezm’de doğduğu için isminin sonunda “el-Harezmî” ibaresi de vardır. Harezmşahlar Devletinin merkezi olan Harezm, İslam tarihi ve medeniyeti açısından son derecede önemli bir yer olup pek çok önemli isim yetiştirmiştir. Bunlardan biri olan zahit ve âlim İmam Sekkakî, ilim tahsiline ileri yaşlarda başlayıp kısa zamanda bir hayli mesafe kat etmiş, Moğol istilası sırasında hicret edip Birecik’e yerleşmiş ve hizmetlerini burada sürdürmeye başlamıştır. Çok sayıda olan eserlerinin en önemlisi “Miftahu’l-Ulum” (İlimlerin Anahtarı) olup kendisinden sonraki pek çok âlim tarafından şerhedilmiştir. Öyle ki bu eserinden dolayı “Şeyh-i Mefatih” olarak tanınmıştır. Bugün de Birecik’te “Şıh Müftah” olarak bilinir ve erkek çocuklara yaygın olarak “Müftah” ismi konulur. Benzeri birçok âlim ve zahit gibi o da kimseye yük ve bağımlı olmamak için geçimini kendi emeğiyle sağlamayı tercih etmiş ve bıçakçılık yapmıştır. Mesleği kendisine ad olmuştur. “Sekkak” bıçak, “sekkakî” bıçakçı demektir. Vefat edince Birecik Kalesine defnedilmiştir. Kale içindeki yerin kabri değil, makamı olduğunu söyleyenler de vardır.
Yazımın burasında aklıma geldi, çok iyi tanıdığım Birecik İmam Hatip Lisesi Müdürü İbrahim Halil Akar’ı aradım. Okul ve “Bil-im Der Birecik İmam-Hatip Lisesi Mezunları ve Mensupları Derneği” olarak öğrencilere ve Birecik halkına Şeyh Müftah’ı tanıtıcı çalışmalar yapmak, kabrini bakımdan geçirmek, üzerine tanıtıcı bir levha asmak, adının ilçede bir parka, sokağa vb yere verilmesi için İlçe Belediyesi nezdinde girişimlerde bulunmak gibi hususları konuştuk. Hoca çok memnun oldu; bu konuda bir gelişme olursa ben de çok memnun olacağım.
İmam Sekkakî’nin torunları sonraki dönemlerde Urfa’ya gelip yerleşmiştir. Bunlardan biri de devrinin âlimlerinden olan Sekkakizade Hoca Şakir Efendi olup 1565 tarihinde “Sekkakiye Vakfı” adıyla bir zürriyet vakfı kurmuş ve bu vakfa bağlı olarak dedesi adına bu camiyi inşa ettirmiştir. Urfalı emekli din görevlisi ve araştırmacı Ömer Faruk Hilmi, “İmam Sekkaki Hazretleri ve Sekkaki Zade Hoca Şakir Vakfı” adıyla 1996’da bir kitap yayınlamıştır. Telif tercüme birçok alanda eserleri olan Ömer Hocayı eskiden beri tanırım. Uzunca zamandır görüşmüyorduk. Bu vesile ile aradım, telefonla da olsa sohbet ettik. Emekli olduktan sonra kendini tamamen okuma, araştırma, yazma ve tercüme çalışmalarına vermiş. İlk fırsatta ziyaret edeceğim inşallah.
Gelelim camiye… Yerinde Bizanslılar zamanında, bir Hıristiyan inanç grubu olan “Melkitler”e ait “Meryem Ana Kilisesi” varmış. Urfa’daki tarihi camilerin çoğu böyle eski kiliselerin üzerine inşa edilmiştir. Sırası gelmişken bunların bir listesini vermek istiyorum:
“Ulu Cami Mar Stefanos Kilisesi’nin, Halilür Rahman Camii Meryem Ana Kilisesi’nin, Yusuf Paşa Camii Aziz Sirakus Kilisesi’nin, Hüseyin Paşa Camii Meryem Ana Kilisesi’nin, Hayrullah Camii Aziz Barlaha Kilisesi’nin, İmam Sekkaki Camii Meryem Ana Kilesesi’nin, Circis Peygamber Camii Aziz Sergius ve Aziz Simeon Kilisesi’nin, Fırfırlı Camii (İyad bin Ganem) Oniki Havari Kilisesi’nin, Selahaddin Eyyübi Camii Vaftizci Aziz Yahya Kilisesi’nin, Arabî Camii Aziz Mihail Kilisesi’nin, Hasan Padişah Camii de eski bir sinagogun üzerine inşa edilmişlerdir.” (Şahin Doğan, “Şanlıurfa Rıdvaniye Camii, Medresesi ve Bazı İntibalar”, ŞURKAV Şanlıurfa Kültür Sanat Tarih ve Turizm Dergisi, Ocak 2014, Sayı:18, sf. 29-30)
Bazıları önceden yıkılmış veya o sırada yıkılan kiliselerin arsası üzerine inşa edilmiş. Bazılarında kilisenin bazı malzemeleri kullanılmış. Bazıları bir takım tadilatlarla doğrudan camiye çevrilmiş. Hatırlatmak lazım gelir ki, bu kiliselerin de bir kısmı, sinagog, hatta pagan tapınaklarının yerine inşa edilmiştir. Mabetlerin bu şekilde birbirinin yerine inşa edilmesi veya dönüştürülmesi, sadece Urfa veya İslam dünyasına mahsus olmayıp tarih boyunca dünyanın her tarafında ve kültüründe görülen bir durumdur. Bunu sadece mabetlerde değil, diğer mimari eserlerde de görebiliyoruz. Hatta bir dinin mezarının/türbesinin, içinde yatan zatla beraber, sonraki din mensuplarınca kendilerine mal edildiği de olur. Bazen din değiştiren toplumlar bunu bizzat kendileri yapar. Bir kısım eski inançlarını yeni dinlerine taşımaları gibi…
Yüz yıl öncesine kadar ağırlıklı olarak Ermenilerin yaşadığı bir mahallede ve bir kilise arsası üzerine bir cami inşa edilmiş olması aklıma bir sürü soru getiriyor. Önceden Müslümanlar çoktu da onun için mi yapıldı? Yoksa az olsalar bile Müslümanların ihtiyacını karşılamak için mi? Acaba yapılması o devirdeki Ermenilerce nasıl karşılandı? Müslümanlarla Ermenilerin ilişkilerini nasıl etkiledi? Aralarında sorun çıktı mı? Ezan sesini duyduğu zaman Hıristiyanlar neler hissediyordu? Sırf bu caminin etkisi ile ihtida eden olmuş mudur?
Aklım sürekli böyle çalışıyor. Eserden insana, insani olana, olaylara, duygulara, düşüncelere kayıyor. Edebi tür olarak hikâye ve romanı tercih etmemin sebebi de belki bu yanımdır. Ya da o türleri sevip okuduğum için bu yanım gelişmiştir.
İmam Sekkakî Caminin inşa kitabesi yoktur. 1523 tahririnde “Mescid-i Bıçakçı” adıyla geçmesi ve 1565 tarihli Sekkakizade Vakfiyesi ile camiye vakıfta bulunulmuş olması, caminin 16. yüzyıl başlarında mevcut olduğunu göstermektedir ki bu da en az 500 yıl demek olur. Caminin H. 1378/ M. 1958 tarihli tek kitabesi mihrap üzerinde olup onarımla ilgilidir.
Birçok caminin mihrabında gördüğümüz Âl-i İmrân Suresi 37. ayetin “Zekeriyya (Meryem’in bulunduğu) mihrâba her girdiğinde…” ibaresi burada da karşımıza çıkıyor. Yıllar önce bu ibarenin ne anlama geldiğini öğrendiğim zaman “Ne alakası var?” diye sormuştum kendi kendime. Sırf içinde “mihrap” geçiyor diye seçilmiş, zamanla alışkanlık haline gelmiş. Oysa bazı camilerde tercih edilen Bakara, 149 ve 150. ayetlerde geçen “(Ey Muhammed!) Yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir” anlamındaki, “Fevelli vecheke şatral-Mescidi’l-Haram” ibaresi, cemaate namazın şartlarından birisi olan “kıbleye yönelme”yi hatırlattığı için daha uygun gibi geliyor bana.
Eski Urfa’daki birçok benzeri gibi İmam Sekkakî de küçücük bir cami. Demek ki o devrin insanları, mahallenin ihtiyacını dikkate almış, şimdiki gibi daha büyük, daha gösterişli camiler yapma konusunda diğer mahallelerle yarışmamışlar. Düzgün kesme taştan inşa edilmiş olan cami, dikdörtgen planlı, üzeri çapraz tonozla örtülü. Son cemaat yeri de üç çapraz tonozla örtülü. Mihrap çok sade, hiçbir süs yok. Ahşaptan balkon tipli minbere, duvarın içerisinden taş bir merdivenle çıkılıyor. Giriş kapısının üzerindeki ahşap müezzin mahfili, son cemaat yerine açılan büyük pencere ile aynı zamanda mükebbire işlevi görüyor. Duvarın dört bir yanı 70-80 cm kadar minberle aynı renkten ahşapla çevrili. Ortadan sarkan büyük avize de artık camilerimizin olmazsa olmazlarından. Kırmızı halılar da fena değil. Sağ taraftaki kocaman klima ise o tarihi havaya uymuyor ama Urfa gibi sıcak bir yer için o da olmazsa olmazlardan. Keşke serin tutmanın başka bir yolu olsa veya diğer teknolojik ürünler gibi göze batmayacak şekilde monte edilebilse. Böyle tarihi mekânlardaki bu türden eşyayı hep yadırgıyorum.
Caminin küçük avlusunun doğusunda taş korkulukla çevrili küçük bir bahçe ve bahçenin kuzeyinde yeşil boyalı bir mezar bulunuyor. Avlunun batısındaki abdest alma yeri, bu tarihi mekâna hiç uymayacak bir şekilde fayansla kaplanmış. Başka camilerde de çok karşılaştığım bir durum. Fayans, plastik, pvc, demir gibi o tarihi ve manevi atmosfere hiç uygun olmayan malzemeler kullanılıyor. Mutlaka bilmedikleri için, iyi yaptıklarını düşünerek. Eskiden olsa benim de dikkatimi çok çekmeyebilirdi. Fakat bu geziler ve bu geziler dolayısıyla yaptığım okumalar, yazmalar, düşünmeler dolayısıyla bende bir hassasiyet gelişmeye başladı. Görünce hemen rahatsız oluyorum ve keşke yapmadan önce bilen birilerine danışsalar, diye düşünüyorum.
Avlu kapısı üzerindeki düzgün kesme taştan yapılan minare 1958 tarihindeki onarım sırasında eklenmiş olmalıdır. Eski Urfa camilerinde sık karşılaştığımız bu türden minarelere “minber minare” veya “köşk minare” de denilmektedir. Mahalle aralarında bulunan camilerde, etraftaki evlerin mahremiyetine saygı gereği tercih edilmiştir. Malum, eskiden müezzinler minareye çıkarak ezan okurlardı. Mimari olarak etkilenmiş midir bilmiyorum ama bu tür minareleri kiliselerin çan kulelerine benzetenler de olmuş, oluyor.