Bülent Okutan
26 Eylül 2007
Uyumuştu işte küçük Nazlı. Kavak ağacı beşiğinde. Emine kardeşinin yüzündeki karasinekleri elinin tersi ile kovarken, uyuşmuş bacaklarına destek vererek doğruldu.
Avluya çıktı. Hava kararıyordu. Komşu kuşçu Mustafa’nın cins güvercinleri halhal sesleri ve kanat uğultusu ile başının üstünden geçip yan dama beşerli onarlı inmeye başlamıştı. Güvercin uğultuları ve takı şakırtıları arasında avlunun karşısındaki Tandırlığa(mutfak) yöneldi. Annesi ıslim ocağın başındaydı. Elinde ki tahta tokaç ile geniş gri alüminyum kapta beyazları kaynatmakla meşguldu.
Ramazan başlayalı onbir gün olmuştu. Utanç, yorgunluk ve külfette bir o kadar. Bakır kovayı alıp, tahta raflı dolabın çekmecesinden bir de siyah poşet seçti. Yağsız menteşeli kapıyı gıcırtılar arasında açıp sokağa çıktığında şöyle bir sağına soluna baktı, utanma ile karışık.
Köşeyi dönerken arkadaşı Bedriye’nin taksicilik yapan babası Arap Kerim ile karşılaştı. Sağından geçerken elindeki poşetlere gözü takıldı. Sebze meyve dolu üç koca poşet.
Kabaltını geçip sokağın başına ulaştığında babasının takıldığı kahvenin önündeydi. Kahverengi önlüklü akranı 13-14 yaşlarında bir komi elindeki hortumla kara taş döşeli sokağı suluyordu.
Elindeki bakır kovayı sağına alıp gizlerken kahvenin avlusuna kaçamak bir bakış fırlattı. ışte oradaydı babası. Tütün tabakası önündeki Domino tahtasının üstünde, kendini oyuna iyice kaptırmıştı.
Kahveyi geçip meydana çıkarken iç geçirdi. Niye çalışmazdı ki babası. Kör değildi, topal hiç değil. Ama devlet bakıyordu ona. Yeşilmi ne bir kart vermişti. Kışın da kömürün belgesini gidip alıyordu Balıklıgöl’ün ordan. Ara sıra da Valiliğe gidip para alıyordu bildiği kadar.
Meydanda minibüs, otobüs bekleyen yüzlerce insan vardı. Onlarca da kendi yaşında çocuk. Ellerinde bakır kova olmayan. Koyu yeşil naylon terliklerini sürüyerek tekrar ara sokaklara daldı.
ışte kabusu karşısındaydı.
-‘Offf yine çok kalabalık’ diye iç geçirdi.
Uzun kuyruğa geçip yerini aldı. Niye annesi gelmez di ki buraya? Bekleyenlerin hepsi koca koca kadınlardı. Kendisi gibi olan yok denecek kadar azdı.
Bir süre sonra yoruldu, cılız dizleri titriyordu. Çöktü kaldı.
Önünde elli kişi kadar vardı ki bir hareketlilik başladı. Dar sokağa önce polisler girdi. Bakır kovasını ayaklar altında kalmasın diye önündeki boşluğa sıkıştırdı. Ardından siyah büyük bir otomobil adeta kalabalığı yararak Aşevinin önüne yanaştı. Belli ki bir devlet büyüğü gelmişti. Okulda anlattıkları o yöneticilerden biri.
Sıra ona geldiğinde büyük siyah otomobilden inen lacivert elbiseli adamı karşısında buldu. Kepçeyi eline almış ona gülümsüyordu. ıster istemez kovayı uzattı. Bu arada ıki kepçe yemek konasıya kadar onlarca resmini çekmişti gazeteciler. Üç somunu da siyah poşete koyunca koşar adımlarla uzaklaşmaya başladı. Ama en küçük oydu o gün orada. Gazeteciler de peşinden koşuyordu.
Cevabını bildiği sorulara yanıt vermeden kurtulmaya çalışıyordu bu kabustan;
-Adın ne?
-Kaç yaşındasın?
-Evde çalışan ekmek getiren kimse yok mu?
-Her gün sen mi geliyorsun aş almaya?
-Kaç nufüsa bakıyorsun?
Kabaltına girerken terden iyice sırılsıklamdı. Hem de tepeden tırnağa. Peşini bırakmışlardı galiba. Soluk soluğaydı. Artık peşinde kimse yoktu. Bir kez daha geriye dönüp baktı. Ne olduysa işte o anda oldu.Ç orapsız ayacıkları naylon terliğin içinde vıcık vıcıktı zaten. Topuğunun kaydığını hissetti, sonrada bedeninin. Bakır kova ile ekmek dolu poşeti bırakan küçük elleri yere değdiğinde, böğrüne batan siyah taşların acısı, gözlerinde iki damla yaş olup yanaklarından süzüldü. Dizleri ve dirsekleri acıyordu. Başını kaldırıp önünde ki yola baktı. Kuru fasulye taneleri, kırmızı yağlı sularının, yol bulduğu, taş aralıklarında yüzüyordu.
Ulu camiden atılan iftar topunun gümbürtüsü ile irkildi. Emine yaşlı, yeşil gözlerini minareye dikti.
şöyle yazıyordu ;
‘Hoşgeldin Ya şehri Ramazan’