Cüneyt Gökçe
30 Ekim 2015
Dava
ve inançları uğruna Mekke’den Medine’ye hicret eden; yani göç etmek zorunda
kalan müminlere “göç edenler” manasında “muhacir”; onlara kucak açıp her türlü
desteği sağlayan Medine’nin yerli halkına da “yardımcılar” anlamında “ensâr”
denilmiştir.
Tüm
çaba ve gayreti, barış ve huzur ortamını sağlamak olan Hz. Peygamber; kaynaşma
ve dayanışmayı temin etmek maksadıyla, Muhacir ve Ensârı karşılıklı olarak
birbirleriyle “kardeşleştirmiş” başka bir deyim ile kardeş olduklarını ilan
etmiştir.
Hatta
bu olay, “muâhât/kardeşleştirme” şeklinde bir kavram olarak literatüre
geçmiştir.
Pek
çok fedakârlık tablolarını içeren bu kardeşlik kurumu, Hz. Peygamber’in
övgüsüne mazhar olmuş ve “örnek bir davranış” olarak nitelendirilmiştir. (Bkz.
Müslim, Fedâilü’s-Sahabe, 204.)
Karşılıklı
hak, eşitlik ve saygı esasına dayalı olan bu kardeşliğin temelleri Enes b.
Malik’in evinde, Bedir Muharebesi’nden önce atılmış ve ilk etapta –kırk beşi
muhacirlerden ve kırk beşi de ensardan olmak üzere– yaklaşık doksan sahabi
karşılıklı gruplandırılıp kardeşleştirilmiş ve böylece dayanışma ve kaynaşma
adına çok önemli bir tablo sergilenmiştir.
Örneğin,
Hz. Peygamber, Hz. Ali ile; Hz. Ebû Bekir, Hârise b. Zübeyr ile; Hz. Ömer, Itbân b. Mâlik ile; Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh,
Muâz b. Cebel ile; Abdurrahman b. Avf da Sa’d b. Rabî ile kardeşleşmişler ve bu
muazzam müessesenin sağlamlaşmasına katkı sağlamışlardır. (Bkz. Buhârî,
Menâkıbül-Ensâr, 3: ıbn Sa’d,
et-Tabakât, I, 238).
Bu
kardeşlikte özellikle ensâr, –yerlerinden ve yurtlarından mahrum kalan ve
mağdur duruma düşen muhacir kardeşlerine– bütün imkânlarını seferber etmişler;
mal, mülk ve arazilerini paylaşmayı ve bölüşmeyi teklif ettikleri gibi;
fedakârlığı daha da ileri götürmüşler ve eşlerinden birisini boşayarak muhacir
kardeşine nikâhlamak üzere vermeyi dahi teklif etmişlerdir.
Ancak,
asil ruhlu muhacirler; asaletli kardeşleri ensârın bu tekliflerini kabul
etmeyerek kendi geçimlerini kendileri temin etme yolunu benimsemişlerdir.
Örneğin,
Abdurrahman b. Avf’ın, ensâr kardeşi, malının yarısını ve hanımlarından birini
ona vermek istediği zaman Abdurrahman b. Avf Ensar bu teklifi kabul etmemiş ve
kendisine çarşı ve pazar yolunu göstermesini istemiştir. Nitekim kısa sürede yaptığı ticaret ile büyük
bir servet sahibi olmuş ve “veren el” konumuna geçmiştir. (Bkz. Buhârî,
Menâkıü’l-Ensâr, 3).
Asil
ruhlu sahabenin bu tavrı, bize çok şey öğretmektedir. Her şeyden önce
ellerinden tutmaya çalıştığımız insanları –imkânlar ölçüsünde– üretime katmak,
tembelliğe alışmalarını engellemek, “balık verme” yerine “balık tutmayı
öğretme” yolunu tercih etmek durumundayız.
Böylece dilencilerin sayısı azalacak ve toplum bu noktada rahat bir
nefes alacaktır.
Güzel
bir takım organizasyonlarla iş sahalarının açılması, alın teri ile geçinmenin
adet haline getirilmesi en makbul bir yoldur.
Alın
terinin önemsendiği ve asalak yaşamanın son bulduğu bir dünya dileğiyle…