Konuk Yazar
1 Haziran 2017
Süleyman Kılıç
Diyanet İşleri Eski Başkan’ı Ali Bardakoğlu’nun Hürriyet
Gazetesinde yayınlanan röportajı okurken bir yandan da, “Bu noktalara Nasıl
geldik?” diye düşünmeye başladım.
Onlarca sebebi var.
Baştan söyleyeyim. Sakın bu tabirim size garip gelmesin. Din
de aynı zamanda sosyal bir faaliyet alanıdır. 1980 öncesi siyaset din
ilişkileri iç içe görünse de aralarında net bir çizgi vardı. Merhum Süleyman
Demirel bile kendilerinden kabinede bakanlık isteyen bir cemaatin liderine,
“Kabinede yer aldınız, ben varım ya” diyecek kadar yeri geldiğince din ve
devlet işlerinin ayrımına uymuştu. Özal da, merkez sağ partilerin din siyaset
ikileminde iç içe olmalarına rağmen bu kadar karıştırmamıştı.
Bu tablonun birinci sorumlusu 12 Eylül İhtilali ve Kenan
Evren’dir. Din derslerini zorunlu hale getiren dikta yönetimi, sosyalist,
sosyal demokrat solun her rengi hatta ülkücüleri sindirmek için din olgusuna
sığındı. İslam dini demiyorum, dincilik yapanlara sığındı. Elinde ayet notları
ile şehir şehir gezmesi de MSP’nin açık kalması, mallarının iadesi hep ABD’nin
yeşil kuşak projesinin bir sonucudur. Ankara’da yaşayan gazeteciler Merhum
Cumhurbaşkanlığı Baş Yaverlerinden Cevat Albay’ı iyi tanır. Aslen Artvinli olan
ve sanırım ilahiyat mezunu olan Cevat Albay Kenan Evren’e İslam ile ilgili
söylemlerinde kullandığı ifadeleri birer not halinde kendisine sunardı. O da
kürsüde “höykürerek” konuşurdu.
O tarihlerde İslam ile ilişkili üç ayrı grup vardı. Milli
Görüş, AP ve Zaman Zaman da MHP’nin paylaştığı siyaset. Din Eğitimi veren Milli
Eğitim yani Devlet. Bir de 163. Madde kafasının üstünde sallanan cemaatler.
Hepsinin gücü birbirine denkti. Ticari kaygı taşımıyorlardı. Büyük bir bölümü
de öncelikle kendi inançlarını başkalarına dayatmasan yaşamanın peşindeydiler.
Daha doğrusu öyle görünüyorlardı. Zaman içinde öyle olmadığını acı acı anladık.
Bırakın Süleyman Demirel, Turgut Özal’ı Alparslan Türkeş ve her şeye rağmen
Necmettin Erbakan bile bu bir birini kontrol eden, bu üç yapıyı bir araya
getirmedi, getiremedi. Türkeş, partisinde FETÖ ve dinci örgütlenmeyi kırmak
için 1991 yılından sonra partisinin TBMM grubunun bölünmesini bile göze aldı.
28 Şubat sürecinde Erbakan ve RP’nin karşısında en acımasızca eleştiriler,
karşı ittifaklar Fetullah Gülen Cemaatinden geldi. Hatta hep milli politikaları
savunan rahmetli Erbakan, bu ilişkileri düzeltmesi için Tayyip Erdoğan ve Melih
Gökçek’i bizzat görevlendirdi.
Ve İslam referanslı üç yapı da AKP’nin kuruluşundan başlayan
bir süreçte bir araya gelmeye başladı. Adres AKP ve Erdoğan oldu. Sonuç ortada.
Başörtüsü, inancı yaşama gibi masum inanç istekleri yerini, dayatan, zorlayan,
buyuran bir anlayışa büründü. Bu da bir şey mi, İslam adına yapılan hareketler
gerçek ve mütedeyyin Müslümanları bile rahatsız etmeye başladı. Hatta
bıktırmaya. Çünkü adalete kulak asmayan, sadece para kazanmaya dayalı bunun
yanı sıra İslam’ın temel yasaklarından olan aşırı kazanç yani rant ile faiz
dahil bu ilkeleri adeta görmezden gelen bir İslami inanç ortaya çıkmaya
başladı. Tabii ki itirazlar da. Önce sessiz, ardından da yüksek sesle itirazlar
başladı. Milli Görüş Hareketinin tartışmasız Partisi Saadet Partisi’nin Genel
Başkanı Temel Karamollaoğlu “hayır” diyerek net bir tavır ortaya koydu. AKP’ye
giden eski arkadaşlarından durumdan hoşnut olmayanlara, “Hain ilan
edilemeyeceğini tek yer Saadet Partisidir” diyerek kucak açmaya çalıştı. Ve
gerekçesini de, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “yalnız kaldım” serzenişine atıfta
bulunarak, “ Neden? Çünkü etrafında bulunup hoşuna gitmeyen teklifler
söylendiği zaman o insanlar siyaset sahnesinden siliniyor. Kim kalıyor geriye
‘Efendim ne güzel emir buyurdunuz’ diyenler. O zaman yalnız kalıyor” diye izah
ediyor.
Bülent Arınç ve Cemil Çiçek Erdoğan’ın yanında kerhen boy
gösterse de uzak durmaya başladı. Abdullah Gül son olarak Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ı sosyal medyada takibi bıraktı.
Zaten Erdoğan da daha milliyetçi bir çizgiye çoktan evrildi
bile, İslami iddiası kalmadı. Ve buna karşılık AKP iktidarının uygulamaları
İslam Dini ile Müslümanların hareketleri arasındaki makası açtı. Bu sebeple
Bardakoğlu’nun tespitleri çok önemli. İslam Dini Müslümanlar yüzünden mahcup
mantığı ile hazırlanan Yüzleşme kitabı aydınlatıcı. Özellikle biz laik ve
Atatürkçülerin yabancı olduğumuz bir konuda konuşurken bilgilendirmesi, hem de
Müslümanların tıpkı bazı Kürtçüler gibi Atatürk ve Laiklik ipine sarılırken
yüzde 49’un birlikteliğini de açıklamıyor mu? Yani, yeni Atatürkçüler ve
Laiklere yer açın, benden söylemesi. Bu kargaşada içimizi ısıtacak bir bakış
değil mi?
Peki ne diyor Bardakoğlu?
Kuran-ı Kerim ile aramız açıldı. Kuran-ı Kerim’in bize
verdiği öğütlere kulak tıkadık ve kendi yanlışlarımıza fetva vermeye başladık.
Ortalığı serbest piyasa ekonomisi mantığı ile fetva verenler kapladı. Din
bilgimiz sığlaştı ve dindarlığı dar bir alana hapsettik.
Bardakoğlu’nun zayıflayan inanç olgusunun, İslam’ın yanlış
yaşayanların doğru olmayan tavırları yüzünden, “İslamofobi mahallelere kadar
inecek” diye büyük bir çatışma tehlikesine de dikkat çekiyor. İslam adına
şiddet üretenlerin ayetlerden hareket ettiklerini söylemeleri hatırlatılınca da
Yezid ve Muaviye olayını hatırlatan şu sözleri de çok manidar:
Önce şiddete karar veriyor sonra Kuran’dan veya gelenekten
ona uygun pasajlar seçiyorlar. Aynı kafadakiler dördüncü Halife Hz. Ali’yi de
onun dindarlığını beğenmedikleri için öldürdüler.
Çözüm mü, din âlimleri susmayacak. Müslümanlar dünya ve
ahiret dengesini yitirdi. Devlet ve din işleri Laiklik ve Atatürk ilkelerine
yeniden dönülecek.
Yoksa sıkıntı büyük!