Mahmut Çepoğlu
10 Kasım 2006
Nedense biz soyluluğun gereği olarak hep “zade” sıfatını kullanırız. Bu sıfatı afete uğrayanlara verilmesi beni hayli huzursuz etti. “Zade” aslında “oğul yada oğulları” anlamını taşır. Neden afet mağduru değil de afetzadeler. Sanki onları afet doğurmuş. Oysa onları yok eden afettir. Biz afetlerden bile mağdur insanlara kariyer çıkarıyoruz. Hani şark çıbanına “güzellik” deyip kendimize yakıştırmışız ya işte öyle bir şey…
ılimiz yıllardır böyle bir afete maruz kalmamıştı. Tarihi geçmişinde çok büyük afetler yaşanmış. Tarihi vesikalar birer ibret tablosu. Ancak ders almıyoruz. Böyle tabii afetleri kitaplarda okuyarak atlatılan badirelere gerek yok sanırım. ışte önümüzde bir afet. Bu olağan üstü durum için bakalım devlette olağan üstü bir tavır sergileyecek mi?
Eskiden büyüklerimiz mevsimlerin seyrine göre gelecek mevsimi değerlendirirlerdi. Mesela kavurucu kuru bir sıcak geçiren yaz mevsimin ardından, gelecek sonbahar mevsiminin yağmursuz, kışın şiddetli olacağının ifadesidir, derlerdi. Biz bu kadar teknik donanıma rağmen hiçbir hesaplama uğraşında olmadığımız gibi meteoroloji verilerini de kale almıyoruz.
Hatırladığım en son sel felaketi 1996 yılında Keşmer Dağına yağan yağmurlar, Direkli suyuyla birleşip bir ilkbahar günü Karakoyun Deresi’ni coşturdu. O sırada Karakoyun Deresi’nde çöp artıkları arasında, ekmek parası için hurda demir arayan üç çocuk, itfaiyecilerin yetersiz donanmaları nedeniyle suya kapılıp gittiler. Figan feryat, havarlar, şivanlar yeri göğü inletti. Ne ders alındı ne önlem…
ışte yeni bir afetle karşı karşıya kaldık. Allah’tan gelen belâ olarak kabul ettiğimiz böyle bir felaket için önlem almak aklımızın ucundan bile geçmez. Uyarıları da hiçe sayıyoruz. “Allah’ın dediği olur”. ışte Allah’ın dediği oldu. Oysa; “Deveni bağla Allah’a teslim et sözünü” yani tedbirli olmak için söylendiğini, bizim kaderciliğe bağlamamıza bir anlam veremiyorum.
Yaşamın her alanında inancı bir yana bıraktığımız gibi bilimsel anlatımları bilgileri de kulak ardı ediyoruz. Günü kurtarma çabasında olmamızın cezasını çekiyoruz. Depremlerin, sel felâketlerinin vesaire doğal afetlerin doğaya, insanlara verdiği zararlar için okul okumaya gerek yok sanırım. Hani her işte aklımız gözümüz de, nedense doğal afetleri ciddiye almıyoruz. Çünkü insanlara öyle bilgi enjekte edilmektedir.
Böyle bir sel felâketinde elbette devlet akla gelir. Güzel günde vergilerle, cezalarla bizler devletin yanında iken; devletin de böyle günlerde yanımızda istemek hakkımızdır. Hadi köprüyü menfezi kimse kontrol etmedi. Afette de maruz kalındı peki “devlet nerede?”sorusu herkesin hakkı. Hele bu afetten sonra gelecek olan bulaşıcı hastalıklara hazırlıklı olmak lazım ve bunun önlemini almak gerekir. Onun için haydi göreve diyorum.
Vatandaş iskan edilecek yer olarak dere yatağını bulursa devlette, hükümette buna siyasi rant uğruna “eyvallah” ederse işte olan bu, sonu da hüsran olur. ınadına yaptığımız imarlaşmaya doğanın tepkisel davranışının acı sonu. şehirde bir tayakkuz hali vardı. Kriz masası oluşturuldu. Resmi arabalar, iş makineleri yollardaydı. Afet için neler yapıldı sonuç nedir? Kimlere nasıl yardım yapıldı? Bilinmesi devletin gücünü ve halkını nasıl şefkatle kolladığının tespitidir.
Biz okul okurken kitaplarımızda bir resim vardı. Resmin altında “Kızılay karagün dostudur” diye bir beyaz çadır ve beyaz çadırın önünde beyaz giysili bir meleği andıran bir hemşire ve kepinde Kızılay. Sel suları Urfa coğrafyasını kasıp kavurdu. ınsanlar insan yüzüne hasret kaldı. Onlara koşanlar yine komşuları oldu, dostları oldu.
Sel felaketi ınsanları suya gark etti. Hayvanları telef etti ev eşyalarını alıp götürdü. “Mal canın yongasıdır” sözü insanların hayvanlarını ve malını kurtarması için çırpınırken görecektiniz. ınsanlar devlet tarafından sahiplenmeyi, güzel bir sözle moral bulduracak bir davranış arayışında iken, kimileri “ne oldum” düşüncesiyle afet mağdurlarıyla geçimsizliği elbette bizleri fazlasıyla üzer.