Cüneyt Gökçe
5 Ekim 2012
Günün birinde Hz. Peygamber, pazar yerinden geçerken gördüğü tahıl yığınının yanında durur; oradakilerle selamlaşıp hal-hatırlarını sorduktan sonra elini yanı başındaki zahirenin içine sokar ancak parmaklarının ıslandığını fark eder. Bu durumdan rahatsız olan Allah Resulü, hemen tepkisini ortaya koyup:
— Ey tahılın sahibi bu ne haldir! diye sorar… Adam:
— Ey Allah’ın Resulü, yağmurda ıslandı, diye cevap verince; Hz. Peygamber:
— Islak kısmını tahılın üzerine koysan da insanlar görse olmaz mı? dedikten sonra mübarek söz ve ikazlarını şöyle sürdürür: “Bize hile yapan, bizi aldatan bizden değildir.” (Müslim, İman, 43)
“Aldatma hastalığı” toplumun kanayan bir yarası olup çeşitli şekillerde boy göstermektedir.
Bazen bir hazır giyim mağazasına gidersiniz, denemek için giydiğiniz elbise sizinle birlikte bir-iki kişiyi daha içine alabilecek kadar geniş ve şapşal olduğu halde tezgâhtarın:
—Üzerinize tam oturdu; ne kadar da yakıştı, dediğini işitirsiniz de kulağınıza inanmazsınız.
Ya da kolunuzun neredeyse zor geçtiğini gördüğünüz halde, küçük dilinizi yutturacak iltifatlar duyarsınız.
Bazen de pazar yerinde güzel istif edilmiş sebze ve meyvelerden ihtiyacınızı bildirirsiniz; ancak satıcının el çabukluğu ve marifeti sayesinde tüm çürüklerin poşetinize doldurulduğunu eve geldikten sonra fark edersiniz.
Ölçü ve tartıdaki aldatmalar ise işin ayrı bir yanı; elini teraziye çarpandan tutun metresini eğri büğrü tutana varıncaya kadar çeşitli şekillerde ortaya çıkarlar.
Bazı insanlar da ürününün güzelliğini yemin gücü ve marifetiyle kabul ettirmeye çalışır; diğer bir kısmı da gösterdiği numunenin tersini vermeyi bir beceri zanneder.
Oysa bu ve benzeri aldatmaların tamamında aslında kişi, kendisini aldatır; kendi kendine zulüm ve haksızlık yapar. Ebedi hayatını karartır. Kendine fenalık eder.
Konunun özeti Allah Resulü’nün ifadesinde saklı:
“Bizi aldatan bizden değildir.”