Reşat Kızılateş
20 Mart 2008
Türkiye’deki dinamikler, demokratik oluşumlar kökleşmeyip; diken üstüne oturtulduğundan her an her şey olabilir diye bekliyorsunuz.
Gündem bir kıvılcımla birden değişebiliyor ve dikkatler istenilen yerlere çekilebiliyor.
Bu kadar puslu bir gündemden sıyrılıp başka bir konuda yazmak zorluyor insanı.
Muhtemelen bu yazıyı okuduğunuzda gündemin satırbaşlarından biri de nevroz kutlamaları olacak…
Nevroz’u siyasi bir platforma taşımaktan ziyade, bugünün Türkiye’si için ne anlama gelmesi gerektiği üzerinde durmak, geçmişte yaşanan sıkıntıları göz önüne alarak bugünün bize neyi hatırlatması gerektiğine vurgu yapmak istiyorum.
Siz ister nevruz, ister nevroz, ister newroz deyin!
ıster bahar bayramı, ister özgürlük bayramı, ister doğanın dirilişi deyin!
Öyle harf, sembol ve sözcüklerle zaman harcamamak lazım…
Bugün, bize bugüne kadarki anlamların dışında hoşgörüyü hatırlatıyor nedense…
Belki de yaşamadığımız, alışık olmadığımız; susadığımız ya da yeterince değer vermediğimiz toplumsal bir eksikliğimiz olduğu için bize böyle geliyor…
Dileğimiz bugünü dileyen herkesin, gerçekten bir bayram havasında, istediği gibi, coşkuyla kutlaması, hem kendileriyle, hem toplumla hem de yeşillere bürünen doğayla barışık olunması, hoşgörünün en güzel örneklerinin sergilenmesidir…
Bu ülke basit şeyleri büyütüp kendine sorun haline getirmekle çok zaman kaybetti… Yıllar sonra geriye dönüp baktığımızda bizim bugün çok büyük sorun olarak gördüğümüz şeylerin aslında uzayda bir noktadan başka bir şey olmadığını göreceğimizden kuşkum yok…
Belki gün gelecek gülüp geçeceğiz bazı şeylere!
Üzerinde durmaya çalıştığım nokta hoşgörünün elden bırakılmaması…
Toplumları ayakta tutan, yatay ve dikey unsurlar arasındaki hoşgörü köprüsüdür.
Tarih boyunca hep özlenen ve yaşandığında toplumsal sıçramaları beraberinde getiren bir erdemdir hoşgörü.
Hoşgörü ve hoşgörüsüzlük insanlık tarihi kadar da eskidir aynı zamanda…
ılk hoşgörüsüzlük örneği kutsal kitaplardan edindiğimiz bilgilere göre Adem ile Havva’nın çocukları arasında görülmüş…
O günden bugüne insanoğlu hoşgörünün değerini pek anlayamamış. Nasıl ki insan hastayken sağlığın kıymetini anlar, insanlar da barış döneminde hoşgörünün değerini pek önemsememiş, savaş ve bunalım dönemlerinde hoşgörüyü arar olmuşlar.
Kimi zaman kayıtsızlık ve ilgisizlik olarak algılanmış hoşgörü… Kimi zaman taviz verme, kimi zaman aldırmama, kimi zaman da dayanma ve katlanma olarak görülmüş…
Hoşgörünün getirilerinin ne olduğunu anlamak için, hoşgörüsüzlüğün ne götürdüğüne bakmak lazım. Avrupa’da Aydınlanmanın öncülerinden olan John Locke, hoşgörünün iyiliği ve toplumsal yararlarından çok, hoşgörüsüzlüğün yarattığı ve yaratacağı sonuçların kötülüğünü öne almıştır.
Her şeye rağmen karamsarlık yaratmaması için hoşgörüsüzlüğün sonuçları değil, hoşgörünün güzelliklerini öne almak lazım…
Bazen hoşgörülü olmak, istemediğimiz bir ruh hali de yaratabilir. Yani hoş gördüğümüz şey, bazen içimize sindiremediğimiz durumlar ortaya çıkarabiliyor. Demek ki hoşgörüde biraz da gerilim olması normal…Bazen istemediğimiz durumlarda da hoşgörü gerekiyor.
Bir de hoşgörüde hoş görenin belli bir güce sahip olması gerekiyor. Devlet teşkilatı bunun en güzel örneği… Devlet hoşgörüsüzlük gücüne sahip, ancak “olması gereken” adına tavrını hoşgörüden yana kullanmalı!
Osmanlı Devleti başta olmak üzere büyük imparatorlukların en mutlu dönemi hoşgörünün hakim olduğu yıllardır. Hoşgörü devletlerin ömrünü uzatmıştır hep. Osmanlı Devletinin son bir-iki yüzyılını saymazsak 400 yıl boyunca dönemin en güçlü devletlerinden biri olmasını biraz da o günün şartlarına göre hoşgörü politikasında aramak lazım.
Başa dönecek olursak, hoşgörü ikliminin hakim olduğu bahçelerde sevgi, saygı, toplumsal dayanışma yeşerir. Kin ve nefret duyguları asla meyve vermez.…
Toplum olarak bu güzelim bahar gününde her şey bahar tadında, hoşgörünüz bol olsun….