Konuk Yazar
13 Aralık 2020
Prof.Dr.Yasin Ceylan
Bu ülkede herkes mağdurdur. Mağdur edenlere sorarsanız, onlar da mağdur olduklarını söyleyeceklerdir. Sadece, mağdur etmede, nöbet sırasının, şimdilik kendilerinde olduğunu belirteceklerdir.
Mağduriyet bir kader midir? Öyle görünüyor. Çünkü ondan kurtulan yok. Öyle ki, kültürümüzün her ögesinde var. Mesela şu şarkının sözlerine bakın:
Dertleri zevk edindim bende neşe ne arar,
Elem dolu kalbimden gitmiyor hatıralar.
Bir de şu türkünün sözlerine bakın:
Sermayem derdimdir, servetim ahım,
Karardıkça bahtım karalansa da.
Bu şarkıları okuyan veya dinleyen kişi, bu sözleri kendi hikâyesi olarak kabullenen kişi, hakları gasp edilmiş, zulme uğramış, çaresiz kalmış biri olarak, kaderine razı olmuştur. İsyan, haykırış fayda vermeyince, mevcut duruma rıza gösterip, ondan haz almaya başlamıştır. Melankolik seanslar onun için vazgeçilmez rahatlama anlarına dönüşmüştür.
Neden böyledir? Böyle bir ruh halini yaşayan bir insan, hayatta başarılı olabilir mi? Hayatın gerçeklerinden kendisini gizleyen, her türlü başarısızlığı, dış şartlara, kaderine yükleyen bir kimse mutlu olabilir mi?
Anlaşılan şu ki, mağduriyet bir kültürdür. Hepimizi saran sarmalayan bir değerler yumağıdır; bir yaşantı biçimidir. Ondan sıyrılıp kurtulmak kolay değildir. Peki, bu kültür dediğimiz dünya görüşünde, mağduriyete hangi unsurlar sebep oluyor?
Bu kültürde her şeyden önce özgürlük yoktur. Özgürlüğe en büyük engel, despot yönetimler ve bunun aile ortamına ve eğitim kurumlarına yansımasıdır. Her özgürlük talebi, güvenlik endişeleri sebebiyle reddedilir. Öyle ki, birçok eğitimli kişilerin, hatta akademisyenlerin, özgürlük taleplerinin olmadığına şahit olmuşumdur. Özgürlük isteyenleri, mevcutlarla yetinmeyenleri, anarşi ve bozgunculukla suçlamışlardır. Hâlbuki demokratik ülkelerde özgürlük mücadelesi bitmez. En ideal hükümetlere karşı bile özgürlüklerinden vazgeçmezler; yeni taleplerinden fedakârlık yapmazlar. Özgürlükler konusunda titizdirler; devlet-millet bütünleşik gibi bir yapıya hep şüpheyle bakarlar. Başka bir deyişle, demokratik bir ülkenin erdemli halkı, özgürlüklerin yönetimini devlete ve onun iyi niyetine emanet etmez. Devlet erkinin özgürlükten haz etmediğini bilir, her türlü sınırlama ve kısıtlamaya karşı bir halk hareketini başlatır.
Mağduriyete sebep olan ikinci faktör, verilen eğitimdir. Temel bilimler eğitimi(matematik, fizik, kimya gibi), yaygın değilse, gençlerde mantıklı ve rasyonel düşünce, bir zihin disiplini olarak oluşmaz. Bu tür gelişmemiş zihinlere dinsel ve geleneksel dogmalar dayatılınca, o genç, artık kalıbını tutmuştur. Üzerine oynanan oyunun fakına varıp ayılması, fevkalade zordur.
Üçüncü faktör, etrafta gençler için örnek olacak erdemli kimselerin, yani mağdur olmamışların kıtlığı. Mağdurlar tarafından her yönden sarılmış gençler, bir çıkış yolu bulamayınca, sonunda onlar gibi olacaklardır. Onlardan birileri olacaklardır.
Dördüncü faktör, insana değer vermemektir. Bu nasıl oluyor? Kültürde insanüstü değerler vardır. Hayal gücünün yarattığı dinsel veya kültürel, geleneksel kutsallıklar vardır. Bu kutsallara ,ilahlaştırılmış insanlar da dâhildir. Öyle bir atmosfer yaratılır ki, bu kutsalların altında kalan her fert, sıradanlaşır, bayağılaşır, itaatkâr bir köleye dönüşür. İnsanlar, kıymet kazanmak için bu kutsallardan birine kulluk eder, çömezlik eder. Kıymet(?) kazanıncaya kadar haysiyetini de kaybeder. Sonunda, bilinci ve varlığı dumura uğramış, ezik bir insan ortaya çıkmıştır. Bu kişi, talihsiz, bahtı kara kahramanımız, mağdurumuzdur.
Mağduriyetin sebeplerini ve zavallı mağdurun niteliklerini saydık. Sonuç olarak, bu güzel vatanda yaşayanların mağdurlardan oluşmasını istemiyorsak, şimdiden, çocuklarımızdan başlayabiliriz. Onlara özgürlük tanımalıyız. İçinde yaşadığı kültürü eleştirmesine, hatta daha özgürce yaşamak için bu kültürden çıkmasına müsaade etmeliyiz. Dinsel doğmaları dayatmak yerine, onu bu konuda serbest bırakmalıyız. Hiçbir kutsalın altında, hele ilahlaştırılmış kahramanların gölgesinde ezilmesine izin vermemeliyiz. Kendisinin, evet kendisinin, her şeyden daha kıymetli olduğuna onu inandırmalıyız. Kısaca, onun erdemli, özgür bir BİREY olmasının yolunu açmalıyız.
Şöyle diyebilir miyiz? Mağdur, düşlediği kişiliği bulamayan kişidir veya mağdur, birey olma yolculuğunda engellenmiş, yeteneklerini sergileyememiş kimsedir. Bu durumda, doğal bir sonuç olarak, mağdurumuz mutsuzdur, erdemli olmakta zorluk içindedir. Ne yazık ki bu, en dramatik sonuçtur.
Özgürlük ve değer verilmiş birey kavramları yan yana gelince, konuya belki katkı sağlar diye, iki anımı aktarmak istiyorum:
Birincisi, Edinburgh Üniversitesinde öğrenciyken, sınıftaki arkadaşların söz alırken, her cümle başında “I think, it is my opinion that” gibi sözlerle başlaması, birey kimliğinin en bariz şekilde öne çıkması, hocanın öğrencilerin sözlerini dikkatle dinlemesi ve sözünü kesmemesi. Bu hadise bana fena çarpmıştı. Biz ülkemizde hocalarımıza karşı “ ben, şimdi ben, benim fikrim, benim düşüncem” diye söze başlayabilir miydik? Bir cümlemizi, bir düşüncemizi sonuna kadar müdahale edilmeden bitirebilir miydik?
İkincisi, ilk defa doktora gitmiştim. Bir daha da hiç gitmedim zaten. Doktorun odasının önündeki bankta sıramı bekliyordum. İsmim okundu. Ben kapıya doğru ilerlerken, kapı içerden açıldı. Kapıyı açan doktordu. Beni kapıda karşıladı. Tokalaştı benimle. Koca bir doktor ve vasıfsız bir öğrenci! Çok şaşırmıştım. Beni oturttu, hal hatırımı sordu, derslerimi sordu. Çok mahcup olmuştum. Ülkemdeki (50 yıl önce) doktorlarla karşılaştırdım. Hele yatılı öğrenciyken doktora gittiğimizde, bir dayak yemediğimiz kalırdı.
Makale biraz uzadı. Gelişi güzel yazdığımda, işte böyle oluyor.