Konuk Yazar
22 Aralık 2020
Mehmet SARMIŞ
Birinci Bölümde kaldığımız yerden yürüyüşümüze devam ediyoruz:
Yakın zamanda yıkılan ŞANMED Hastanesinin yerinde daha önceden Halk Kütüphanesi varmış; kesme taştan, çok zarif bir bina imiş. Hangi akla hizmet, yıkılmış, yok edilmiş. Ben hatırlamıyorum. Daha sonra buraya Turban Oteli yapıldı. Kocaman bina Urfa için bir gelişmişlik göstergesi gibiydi, en azından benim için öyleydi. Sonra özel bir hastaneye dönüştürüldü, sonra Büyükşehir Belediyesinin ek hizmet binası oldu ve nihayet yakın zamanda yıkıldı.
Köprübaşı’ndan sonra başlayan o bölgenin tamamının adı Urfa’lı için “Seriögü” (Sarayönü) dür. Daha önce orada “Adliye Sarayı” ve hemen yanında cezaevi varmış. Çok eskiden bu meydanlıkta darağacı kurulur ve suçlu olduğuna karar verilenler idam edilip ibret olsun diye günlerce “sallandırılır”mış. Sağda Hazar Pasajının ardında, Harran Üniversitesinin otoparkının yerinde ise Valilik Sarayı varmış 18. Yüzyılda Urfa valisi olan Yusuf Paşa tarafından yapılan çok güzel bir bina imiş, maalesef o da yıkılmış. Buraya Sarayönü denilmesinin sebebi budur. Yusuf Paşa Camiini ve hemen yakınlarındaki Vezir Hamamını da aynı vali yaptırmış, Allah’a şükür onlar ayakta. Hamam, şimdi lokanta olarak hizmet veriyor.
Benim, o bölgede hatırladığım önemli yerlerden biri de, eski ŞUTSO, şimdiki Denetimli Serbestlik Müdürlüğü binasının hemen altında, yol üzerinde Kültür Bakanlığının yayınlarının satıldığı mekândır. Ön cephesi boydan boya camekândı, gerisinde, dışardan görünmesi için kitaplar sergilenirdi. Çok gireni çıkanı olmazdı. Önünde uzun zaman eğleşir, sık sık da içeriye girerdim. Buradaki kitaplar daha çok kaynak kitaplardı. Genellikle ucuz olduğu için hiçbir zaman okuyamayacağım birçok kitabı da almıştım. Doğu’nun yeşil, Batı’nın pembe kapaklı, birinci hamur kâğıda basılı klasiklerinin çoğunu da oradan alıp okudum, bir kısmı hâlâ kitaplığımda duruyor. Nihat Sami Banarlı’nın “Resimli Türk Edebiyatı Tarihi’nin de bazı fasiküllerini yine oradan almıştım. Bir de dergi vardı; adı iktidardaki partilerin zihniyetine göre değişirdi; sağ iktidarda “Milli Kültür”, sol iktidarda “Ulusal Kültür”. Boyu, baskısı ve tabii içeriği de ona göre değişirdi. Birçok sayısını almış, uzun zaman muhafaza etmiştim, hepsini birçok kitapla beraber yakın zamanda bir okula hediye ettim. Sonraları devletin bastırdığı ders kitapları da orada satılmaya başlandı. Sonraları devletin bastırdığı ders kitapları da orada satılmaya başlandı. Bir süre sonra da Bahçelievler’e, Cengiz Topel İlkokuluna giden yol üzerinde bir yere taşındı.
O bölgede yan yana kesme taştan üç kamu binası daha varmış: Artık yıkılmış olan Kızılay Çay Bahçesinin yerinde “İdare-i Hususiye Binası”, Uludağ Otelinin yerinde “Telgrafhane” ve Kapaklı Pasajının kuzeyinde “Belediye”. Hiçbiri yok. Bir kere daha “Çok yazık!” dedim içimden. Ne güzellikleri kaybetmiş şehir? Hiç olmazsa bundan sonra olmazsa da mevcudu muhafaza edebilsek.
Yıkım çalışmaları henüz devam eden meydana ve etrafa şöyle bir baktım, eskiyi düşündüm, o eski binaları, o binalarda yaşayan insanları, onların hayatlarını… Her şey nasıl da değişiyor. Böyle şeyler beni hüzünlendirir. Yıkımlar da genelde hüzünlendirir, ama oralardaki beton binaların tarihi bir geçmişi olmadığı ve benim için de özel bir anlam ifade etmediği için yıkılmasına üzülmüyorum, bilakis Urfa’ya bir meydan kazandırılacak diye seviniyorum. Binası yıkılınca burada Kızılay’lık döneminden hiçbir şey kalmayacak. Ortaya çıkacak meydana halkın hâlâ kullandığı Sarayönü Meydanı adının verilmesi daha uygun olur diye düşünüyorum.
Hemen yolun ötesinde Uludağ Otelinin önündeki küçük meydanın adı eskiden “Cip Meydanı” idi. Orada üst tarafı plastik, boydan boya her tarafı yeşil olan cipler dizili olurdu. O günün taksileriydi, ama öyle herkesin bütçesi binmeye yetmezdi. Ben, belki bir iki kere binmişimdir. Biz, o da mecbur kaldıkça, arkada Zincirli Kapı’nın oralarda bekleşen faytonlara binerdik. Sanıyorum 1970’lerin sonuna doğru, halkın deyimiyle “Hacı Murat” otomobiller çıkınca faytonlar da cipler de piyasadan çekildi.
Yolun sağ tarafı çok değişmedi, şimdi olduğu gibi eskiden de bankaların sıralandığı bir yerdi. Arada eczaneler, oteller vardı. Şimdi de hemen hemen aynı. Bu yol üzerinde aklımda kalan bir isim var; Ayrancı Şükrü… Dükkanların arasındaki bir duvara sırtını verir, bir taburede oturur, önündeki küçük camlı kaptan bardak bardak ayran satardı.
Cip Meydanı’nın hemen karşısına düşen köşede Hazar Pasajı var; burası benim için hemen hemen Naci İpek’in Özlem Kitapevinden ibaretti. Her geçtikçe vitrinine yaklaşır, uzun uzun seyreder, içeriye girmek için can atar, ancak genellikle param olmadığı için girmeye çekinirdim. Girerken de korka korka girerdim. Naci Abi, her zaman olduğu gibi tıraşlı, takım elbiseli, kravatlı, titil tiril olurdu. Sanıyorum kendisinin başında olduğu bir ekip o sıralar Anzılha dergisini çıkarıyordu. Bütün sayılarını almıştım, hâlâ dururlar. Bir keresinde, yapmış olduğum bir resmi ve yazmış olduğum bir şiiri, belki yayınlanır ümidiyle kapalı bir zarf içinde kapının altından atmıştım. Çok utangaçtım o zamanlar, niyetimi Naci Abiye açıkça söylemeye cesaret edememiştim. Mahallemizdeki birkaç çocuğa bakarak karalama tekniği ile yapmış olduğum o resmi, derginin bir sonraki sayısında kapak resmi olarak görünce çok mutlu olmuştum. ((Ekim 1978, Sayı 7) Kitaba meraklı olduğumu anladığı için Naci Abinin okumaya dair nasihatlerini de dinledim birkaç kere. Ama dostluğumuzu daha ileriye götüremedim maalesef.
Hazar Pasajından Asfalt Yola (Resmi adı 11 Nisan Fuar Caddesi) geçince sağda tarafta benim aklımda kalan en önemli yer Atlas Sinemasıdır. O sırada Urfa’da üç sinema hatırlıyorum. Biri Belediyenin yanındaki Türkmen Sineması, diğeri Atlas, üçüncüsü de biraz yukarıdaki İnci Sineması. Bir de Millet Hanının üst tarafında yazlık Kent Sineması vardı ama ben oraya hiç gitmedim. Geçmişi 1920’lere kadar giden Urfa sinema tarihinde eskiden yazlık ve kışlık başka sinemalar da varmış. Bunlardan biri de hemen bu yolun üzerindeki Rastgeldi Otoparkının yerinde 1953’te açılan yazlık Saray Sineması imiş. (Burada bir de Valiler Sarayına bitişik hamam varmış: “Ayaklı Hamam”.)
Televizyonun hayatımıza girmediği o zamanlar sinema, gösteri sanatlarının tek türüydü. Tiyatro pek olmaz, olunca da belli çevreler giderdi; dindar muhafazakar kesim bu işlere karşıydı. Ben, sadece MTTB’nin düzenlediği biri Necip Fazıl’ın “Para” adlı tiyatrosunu, bir de Mehmet Akif Ersoy’un Safahat’ından uyarlanan bir gösteriyi izlediğimi hatırlıyorum.
Şehre yeni film çok seyrek gelirdi. Sinemada çalışan bazı gençler, film afişlerinin yapıştırıldığı bu iş için hazırlanmış son derecede büyük ahşap “sinema tahta”larını omuzlarına alır, caddelerde, hatta mahalle aralarında dolaştırırlardı; o zamanın film reklamı da böyle yapılırdı. O kocaman tahtaları o kadar uzun zaman nasıl taşıyorlar diye hayret eder, o taşıyıcılara acırdım. O dönemde hiçbir zaman sinemaya gitmemiş olan sıradan vatandaşlar, ev kadınları bile, devrin sinema sanatçılarını bu reklamlardan tanırlardı, en azından duyarlardı. Bir de çiklet ve çikolata ambalajlarından çıkan artist resimlerinden.
Beni sinemaya, mahalleden çocukluk arkadaşım olan İbrahim ve Ali Beyavaş kardeşler alıştırdı. Onların babası götürürdü kendilerini. Dönünce bana uzun uzun anlatırlardı, ben de hayran hayran dinlerdim. O zamanlar bu sinemaların her birinde çocuklar için bazen 5-6 film peş peşe gösterilirdi. Bunlar genellikle eski filmler olurdu, kırpıp kırpıp tabir caizse çocukları avuturlardı. İzleyiciler bunu fark ettikleri zaman topluca bağırır, ıslık çalar, bazıları makiniste küfrederdi.
Atlas Sinemasının girişi ve salonu daha yeni, sağlam ve daha düzenli olarak kalmış aklımda. Oturaklar da daha sağlamdı ve ayağa kalkılınca otomatik olarak dikelirdi. Ancak burada hep yabancı filmler oynatılırdı ve ben pek sevmezdim o filmleri, o yüzden bu sinemaya pek az gitmişimdir.
Ben o zamanlar daha çok yerli filmleri tercih ederdim, özellikle de tarihî filmleri. “Tarkan Altın Madalyon”, “Fatih’in Fedaisi Kara Murat” ve “Battal Gazi”nin serisini ilk çıktıklarında belki dört beş kez üst üste izlemişimdir. Hepsi de Türkmen Sinemasında. Sanıyorum hepsi özellikle dinî bayramlara denk getirilirdi ki, izleyicisi daha çok olsun. O sıralarda moda olan Çin filmlerinin de kılıçlı olanlarını severdim. Oysa diğer çocuklar karate filmlerini çok sever, onları taklit ederlerdi. Bir ara çocuk oyunlarının ve kavgalarının vazgeçilmezi olmuştu karate. O kadar ki, Cüneyt Arkın, sadece güncel filmlerinde değil, tarihi filmlerinde bile karate yapardı. Tarkan da, daha önce kendisini öldüresiye döven Çinli “Kolsuz Kahraman” Wang Yu’yı yaşlı bir Çinli’den karate dersi alarak ancak yenebilmişti. Daha sonra yükseköğrenimimi tarih alanında yapmak nasip oldu. Bu satırları yazarken acaba tarihi sevmemde o filmlerin etkisi olmuş mudur diye düşündüm.
Türkmen Sinemasının hoşuma giden yanlarından biri de duvarlarında ve tavanında bulunan renkli güzel resimleri idi. Bu resimler, hakkında çeşitli söylentiler bulunan Rus bir ressama aitmiş. Sevgili Fuat Kürkçüoğlu, yakın zamanda yayınlanan “Uray Oteli” adlı romanında o dönem Urfa’sını, Uray Otelini ve Sinemasını ve o resimlerin hikâyesini çok güzel anlatır.
En çok gittiğim, ikinci sinema da, şimdi yeri benzinlik olan İnci Sineması’dır. Bu arada, sinemanın sahibi “Sinemaçı Fevzi”nin (Fevzi Duygun) yeğeni Kadir İlhan Duygun’un, benim ortaokuldan sınıf arkadaşım olduğunu, beni sinemalarına birkaç defa “beleşe” götürdüğünü ve bu torpilin veya herkesin parayla gittiği yere beleş gitmenin çok hoşuma gittiğini de itiraf edeyim. (Onun için işini torpille görenlerin ve beleşe alışanların, bu işlerden nasıl bir zevk aldıklarını çok iyi anlıyorum.) Pazar günleri haftalık harçlığımı alır almaz doğru sinemaya, arkadaşlarla veya yalnız… Sabah bir başlar, kısa aralıklarla akşama kadar devam ederdi. Çıksak bir daha içeriye giremeyeceğimiz için aç susuz, yazın ter içinde, kışın üşüyerek sonuna kadar otururduk. Kışın kısa günlerinde dışarı çıktığımda ortalık kararmaya başlamış olurdu. Bir hafta daha geçti diye içimde büyük bir hüzün duyardım. Bir şeylerin bitişi beni hep hüzünlendirmiştir zaten.
O zamanın çocuk dünyasından iki şey hafızamda yer etmiş. Biri, erkek çocuklar arasında süregelen “Yılmaz mı, Cüneyt mi?” tartışması. Yılmaz’dan kasıt Yılmaz Güney. Onu tutardı herkes. Filmleri o kadar çok izlendiği halde kimsenin Cüneyt’i tuttuğunu hatırlamıyorum; o daha çok yabancıydı, “piskivit çocığı” idi; zaten filmlerindeki o vurma, kırma, uçma sahneleri yalandı, sahteydi. Oysa Yılmaz Güney bizdendi, bizim topraklarımızdan biriydi. İkinci hatırladığım şey de yine Yılmaz Güney ile ilgili. Meşhur bir fotoğrafı vardı; iki elini, başparmakları dışarıda kalacak şekilde pantolon kemerinin iki yanından içeriye sokarak poz vermişti. O sıralarda birçok erkek çocuk fotoğraf çektirirken o pozu verirdi. Çocukluk bir alem! Hatırlayınca gülüyorum.
1970’lerin sonlarına doğru, bir yandan anarşinin artması, bir yandan da müstehcen film furyasının başlaması ile sinemalardan elimi ayağımı çektim. O yıllar, dinle daha çok meşgul olmaya, zaman zaman namaz kılmaya başladığım yıllardır.
Bütün sinemaların ama daha geniş olduğu için özellikle Atlas Sinemasının önü çok kalabalık olurdu. Hele de bayramlarda… Sade sinemaya gitmek için değil, eğlenmek, oyun oynamak, karın doyurmak, arkadaşları ile buluşmak, vakit geçirmek için de gelirdi her yaştan çocuk, genç. Lolaz, yumurta, et köftesi ve ciğer dürümü, “kehke’ (simit), tatlı, eskimo, şerbet, akıt, kaynamış darı ve nohut satamlar ve daha başka seyyar satıcılar doluşurdu. Bir de küçük ahşap tablalarda, kesme şeker büyüklüğündeki basit bir zarla paralı oyunlar oynatanlar olurdu. Seyyar satıcıların tezgahlarında satılan çikletler de, içinden çıkan artist resimlerinin seri numarasına göre ve çekiliş yoluyla bir çeşit kumara dönüştürülürdü. Yine o artistlerle ayaküstü “utmacasına” oyunlar oynanırdı, buna “artis oynamak” denirdi. Duvar diplerinde ise devrin en büyük çocuk eğlencelerinden biri olan çizgi romanlar sergilenirdi. Çoğu kullanılmış, yıpranmış kitaplar, bir gazetenin üzerine veya yere dizilir, isteyenler parasını verip hemen oracıkta serginin sağına soluna oturup okurdu. Benim kitap okuma maceramda öyle bir dönem de vardır. İlkokulun son ve ortaokulun başlangıç yıllarında… Tommiks, Teksas, Zagor, Teks, Tombraks, Kaptan Swing, sonraları Kızıl Maske, Mandreke, Tarzan, Zembla, Tonton, Red Kit gibi Batılı; Karaoğlan, Tolga, Tarkan, Kara Murat gibi bizden olan çizgi romanları çok okudum. Fakat ben dışarda değil, satın alıp evde okurdum. Kitaplarımdan bir iki defa sergi de açtım ama bana göre değildi, kısa zamanda vazgeçtim. Şimdi bile sadece o kahramanları değil, onların yakın arkadaşlarını, hatta bazı maceralarını hatırlarım. O kadar severdim ki, uzun zaman ileride her rafı onlardan biriyle dizili büyük bir kitaplık odası hayali kurmuştum.
Artık olmayan İnci Sinemasının önünden geriye döndüm. Dönüşte sağda köşedeki tarihi taş binanın başına neyse ki bir şey gelmedi, sapa sağlam duruyor. (1936-37 yılında vali Atıf Ulusoğlu tarafından 2 katlı hükümet konağı olarak yapılmış. 1946 yılında MEB Hasan Ali Yücel döneminde üzerine 1 kat ilave edilerek liseye dönüştürülmüştür.) Urfa Lisesinin ilk iki sınıfını orada okudum. 1977-1978 ve 1978-1979 eğitim öğretim yılları. Bina çok güzeldir ama doğrusu benim orada hiç güzel bir hatıram yok. Türkiye’nin sağ sol olaylarında pek çok gencini boş yere kaybettiği, her kesimin çok acı çektiği yıllar… Ben ortaokulda bir şeyler duymuş olsam bile esas anarşi ile lise birde karşılaştım. Birinci yıl neyse de ikinci yıl doğru dürüst ders yapamazdık. Bazı öğretmenlerimiz derslerde doğrudan ideolojik propaganda yapardı. Mesela ben, Marks’ın tarihi ekonomiye dayalı toplumsal sınıflandırmasını ilk o derslerde duymuştum; ilkel komünal toplum, köleci toplum, feodal toplum, kapitalist toplum ve son aşama komünist toplum… Aynı gün, iki hocamız, iki ayrı derste aynı konuyu anlatmıştı bize. Sık sık birileri derse girip bildiri okurdu, okul boykot edilirdi. Öğretmenlerimiz bir yerlere üye olmaya ve gitmeye zorlanırdı. Bir keresinde göreve yeni başlayan bir öğretmenimiz, ağzı burnu şişmiş, morarmış bir şekilde gelmişti derse, sonradan öğrendik ki bir gün önceden yolu kesilmiş ve dövülmüş. Başka bir gün bir sınıf arkadaşımızın ölüm haberini aldık. Hem üzülmüş, hem korkmuştum. Mensubu olduğu grubun üyeleri, önce duvarlara “Müslümler Ölmez!” diye yazdılar, ancak kısa bir süre sonra onlar da onu öldürenlerin safına katılınca, Müslüm de niceleri gibi ölmüş oldu, unutuldu gitti. Okulda da sık sık kavga olurdu, birileri birilerini kovalar veya okula gelemez hale getirirdi. Üçüncü yıl Urfa Lisesi şimdiki binasına taşındı, olaylar daha da büyüdü, ama o yıllar bu yazının konusunu çok aşar. Zaten o yılın sonunda 12 Eylül darbesi oldu, olaylar aniden sona erdi. Bu bina daha sonra Atatürk Ortaokulu, ondan sonra da Atatürk Lisesi oldu. Şimdi de Eyyübiye Halk Eğitim Merkezi olarak kullanılıyor. Lise sınıf arkadaşlarımdan birçoğunu hatırlıyorum, bazıları ile hâlâ görüşüyoruz. Urfa kamuoyunun yakından tanıdığı ikisinin ismini yazayım: Mehmet Ali Cevheri ve Yusuf Sabri Dişli. Cevheri birinci sınıftan sonra ayrıldı, Sabri Dişli ile sınıf arkadaşlığımız ise üç yıl (lise 3 yıldı o zamanlar)boyunca devam etti. Hâlâ görüşürüz.
Okulun daha aşağısında, etrafına tamircilerin ve marangozların sıralandığı bir çarşı vardı: Altın Çarşısı. Okul çıkışlarında bazı arkadaşlar oradaki kahvehanelerden birinde oyun oynardı. Birkaç defa benim de gitmişliğim vardır. “Milo” isimli, mahiyetini bilmediğim tatlı bir içecek piyasaya çıkmıştı o sıralar. Bir süre sonra da oralet girecekti hayatımıza, kahvehaneleri aşıp evlere kadar girecekti.
O çarşının yerine sonraları şimdiki Özdiker Halep Çarşısı yapıldı, ancak ne hikmetse bir türlü istenen randımanı sağlayamadı, halk buradaki işyerlerine bir türlü rağbet etmedi. Buna sebep olarak ortaya çıkan ve hâlâ devam eden bir söylentiye göre sebebi çarşının yerinin çok önceden mezarlık olması imiş.
Biraz daha aşağıda ise Vatan Okulu vardı. Urfa’nın en havalı ilkokullarından biri idi. Özellikle milli bayramlardaki mehter takımı ile hatırlıyorum. Renkli elbiseleri, çaldıkları marşlar ve resmigeçitlerdeki iki ileri bir geri yürüyüşleri ile herkesin dikkatini çekerdi. Biraz hayranlıkla, biraz kıskanarak izlerdim. Okulun bir de sinema salonu vardı; diğer okullar gibi biz de birkaç defa öğretmenlerimizin nezaretinde ve kalabalık gruplar halinde gelip o salonda eğitici filmler izledik. Daha sonra okul oradan taşındı, o salon bir süre sonra Özen Sineması adıyla normal sinemaya dönüştü, okul binası, önce Milli Eğitim Müdürlüğü, sonra Öğretmenevi, sonra Kız Lisesi oldu.
NOT: Devam edecek.